Sunday, September 5, 2010

Milli mesai işkencesi

BU YAZI İLK OLARAK 5 EYLÜL 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor medyasının diline oturduğu şekliyle “milli mesai” dönemindeyiz. Hem basketbol hem de futbolda, bağlaşık olarak “millet” ve devletin resmi sportif temsilcileri uluslararası arenalarda boy gösteriyor ve Türk’ün gücünü kanıtlamaya uğraşıyor. Milli kelimesinin siyasi literatürümüzde farklı cenahlardan birçok karşılığı var ama her haliyle iddialı bir kelime olduğu kesin. Resmi söyleme göre hem bölgesel hem de etnik bir tanım olarak milletten kastedilen Kemalizm’in çizdiği sınırlar içerisinde Türklük ve bu gizemli özne milyonlarca kişiyi kapsadığı gibi -Kemalist olsun olmasın- Türklük ve millilik tanımlarıyla sorunu olmayan herkes tarafından da onaylanıyor.

Kitlesel sporların özgün yanı ise burada kendisini gösteriyor. Çünkü resmi ideolojinin söylemlerini kesin bir şekilde reddeden tarafların da çoğunlukla “milli” olarak kabul gören bu heyecanları taşıdığını görebiliyoruz. En çarpıcı örnek PKK önderi Abdullah Öcalan ve genel olarak Türkiye Kürdistanı’nda gözlemlediğimiz Galatasaray sevgisi. ‘80’lerden bu yana elde ettiği Avrupa Kupası başarılarıyla tüm PR’ını “Türklerin gururu”, “Avrupa Fatihi” gibi sıfatlar üzerine inşa etmiş, bir anlamda medya tarafından sıkça millileştirilmiş bir kulübün aynı anda Kürt coğrafyasının da en sevilen takımı olması kulağa garip geliyor.

MEDYANIN MİLLİ DİLİ

Hem Galatasaraylı hem de Kürt direnişinin sonuna kadar yanında olan birisi olarak bu çelişkileri ben de yaşıyorum. Muhtemelen bundandır ki “milli” maç dönemleri beni biraz geriyor. Halkın kültürünü ve alışkanlıklarını aşağılayan bir Fazıl Say gibi hissediyorum kendimi çünkü dışarıda ve medyada sürüp giden milli hezeyana katılma yönünde hiçbir arzu hissetmiyorum. Bilakis tüm bu uluslararası müsabakalar üzerinden üretilen milliyetçi söylemler bendeki spor sevgisini kısa süreli olarak da olsa yok edebiliyor.

Bu süreçte özellikle medyanın takındığı “yavşak” tavırdan iğrendiğimi net bir şekilde söyleyebilirim. “Dış mihraklara” karşı oynadığımız istisnasız her spor karşılaşmasını savaşa çevirdiğimiz yetmezmiş gibi sonuçları üzerinden de yine milli felaketler ya da zaferler yaratma konusunda üstümüze yok. Kulüp ya da milli takım fark etmiyor, uluslararası düzeyde oynadığımız hiçbir maçı kazanamıyoruz mesela. Ezip geçiyoruz, parçalıyoruz, yıkıyoruz, perişan ediyoruz, denize döküyoruz hatta çakıyoruz ama şöyle basit bir şekilde ve gerçekte olduğu gibi galip gelemiyoruz ya da yenemiyoruz. Üstelik spikerinden köşe yazarına ana akım medyanın çoğunluğunda rastladığımız bu tavra getirilen şöyle yanlış bir savunma da mevcut: “Kardeşim biz zaten maçları böyle izliyoruz. Küfrediyoruz, heyecanlanıyoruz, sayıyoruz, sövüyoruz, medyanın da aynı dili takınması normal.”

Bence tam tersi, hepimizin üzerinde ve kulağımızın dibinde duran medya bu dili kullandığı ve biteviye yeniden ürettiği için biz bu söylemlere mahkum oluyoruz, alışıyoruz ve bu dilin yaygınlaştırılma sürecine katılıyoruz. Spikeri “Rus’u denize döktük” diyen, gazetesi “Bunlara bir çakmak lazım” diye manşet atan bir ülkede spor seyircisi reflekslerinin niteliğinin de buna uygun olacağını öngörmek çok zor değil.

‘DUR TARİH, VUR TÜRKİYE’

Bu sebeplerden geçtiğimiz salı günü Türkiye’nin Yunanistan’ı 76-65 yendiği karşılaşmada Murat Murathanoğlu’nun her zamanki “Tüm dünya bize karşı” söylemiyle biçimlenen anlatımı midemi bulandırdı ve maça olan bütün ilgimi kaybetme noktasına geldim. 40 dakika boyunca spiker olduğunu unutarak maçı amigo ya da ülkü ocağı başkanı gibi anlatan Murathanoğlu öyle bir hale geldi ki her pozisyonu bu yanlı zihniyetin etkisiyle maniple etmeye başladı ve eminim ekran başındaki milyonlarca insanı Yunan’ı denize dökmek için hazır kıta bekleyen piyadelere dönüştürdü. Ender Arslan’ın basit bir şekilde düştüğü pozisyonu dahi “çelme taktıııııığğaaaaa” şeklinde yorumladığında iş işten geçmişti zaten. Neyse ki maçı Türkiye kazandı da Murathanoğlu ve milyonların “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” zırvalarını dinlemek zorunda kalmadık.

Velhasılıkelam bu sefer de Türk medyasının zafer naralarını abartılı bir şekilde dinlemek ve okumakla yükümlüydük. Dağ başını yine duman aldı, Türk Yunan’ı yine ezdi geçti zaten tarih tekerrürden ibaretti ve bir Türk elbette ki dünyaya bedeldi. Bol bol Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılıkla sosladıktan sonra yemeğimiz afiyetle yenmeye hazırdı her milli maç sonrasında olduğu gibi.

Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan bu süreci gayet isabetli bir şekilde “Dur tarih, vur Türkiye” olarak tanımlar. Türk medyası bir kez daha tarihi durdurdu ve Türkiye vurdu, vurdu, vurdu. Ben “Lexın, lexın…” diye bambaşka bir türkü söylerken içinde “bizim” de olduğumuz sporda “milli mesai” döneminden niye tiksindiğimi bir daha hatırladım.

No comments: