Saturday, August 28, 2010

Post-ideolojik halay başları


BU YAZI İLK OLARAK 29 AĞUSTOS 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Mevsimsel olarak sporseverlerin favori dönemeçlerinden birindeyiz. Hem bizimki de dahil olmak üzere Avrupa’nın önemli futbol liglerinde start veriliyor hem de basketbolda dünya şampiyonası, tenisteyse Amerika Açık’ı selamlıyoruz. Sporseverler sevdalarıyla aralarına kara kedi misali giren yaz tatilinden kurtulmanın heyecanını yaşıyorlar. “Tatilden kurtulmak!” Endişeye mahal yok. Biz her Ağustos böyleyiz!

Medyaya bakarsak geçtiğimiz Perşembe günü Türk Futbol tarihine “Kara Perşembe” olarak geçti. Külliyen yalan! Beşiktaş bir üst tura atladı, Bursaspor’un tarihinde ilk kez katıldığı Şampiyonlar Ligi’ndeki rakiplerini öğrendik. 2 senede memleketin en sempatik takımı haline gelen Trabzonspor’un Liverpool’u elinden kaçırışına tanıklık ettik. Her şeye rağmen müthiş keyif aldık.

Gelelim Perşembe’si hakikaten kara geçenlere. Türk futbolunun krem dö la krem takımları Galatasaray ve Fenerbahçe perişanları oynamaya devam ediyor. Hadi Fenerbahçe, hakikaten dişli bir PAOK’a karşı oynadı ve kaybetti. Kısmen anlaşabilir. Üstelik Fenerbahçe’nin eksikleri olan ama kaliteli kadrosuna baktığınızda gelecek için umut taşıyabilirsiniz. Kentin öte yakasındaysa tamamen sefilleri oynayan bir aristokrasi var. Lig başlamadan önce bir tahminde bulunmuştum: “Bu Galatasaray Sigi Held dönemindeki başlangıçtan bile kötüsünü yaşar” diye. Haklı çıkıyorum ama bunla böbürlenemeyeceğim. Her şey o kadar açık ve net ki, bunu göremeyen zaten futbol üstüne yazı yazmamalı. Son 25 yılın en kötü, en umut vermeyen kadrosuna sahip Galatasaray. Rijkaard’ın da geleceği sallantıda gözüküyor. Orta sahaya isimleri geçen Emana ve Misimovic alınabilirse ne ala, yoksa bu takım ilk 4’e dahi giremez.

“Türkler uçuyooo…”

Ülkemizde gerçekleştirilmesinden mütevellit Basketbol Dünya Şampiyonası’nın bizim için ayrı bir önemi var. Cumartesi günü başlayan müsabakalar, İstanbul, Ankara, İzmir ve Kayseri’de oynanarak 12 Eylül’e kadar devam edecek.

Turnuva, Cuma akşamı Gençlik ve Spordan Sorumlu Bakan Faruk Özak’ın Michel Platini’ye ince sitemleriyle başladı. Asıl komedi ise Federasyon Başkanı Turgay Demirel’in Recep Tayyip Erdoğan’a “12 Eylül’de 2 zafer başgaaanım” diye yıkama yağlama çekmesiyle yaşandı. Malum 12 Eylül’de hem referandum oylanacak hem de dünya basketbol şampiyonasının finali. Kimse merak etmesin spora kat’a siyaset sokmayan ideolojiler üstü hükümetimiz ve medyamız başarıya giden yolda her türlü ucuz ve banal milliyetçiliği pompalayarak milli takımımıza gereken desteği verecektir. Zaten medyanın işi ne? Milli takıma her açıdan, 7/24 destek vermek. Tabii bunu yaparken asla ideolojik olmayız. AKP kızar. Hem milliyetçilik ideoloji mi yahu? Memleketi sevmenin bir gereği, seni böyle sevmeyen ölsün!

“Memleketi en çok biz severiz, bizden olmayan Ergenekoncudur, bölücüdür. Çevrecinin daniskası biziz. Emekçiyi en çok biz düşünürüz. Teröristlerin bizi zayıflatmak için kışkırttığı kimi ideolojik eylemlere kanmayın. Hem zaten bunlardan dünyada kalmadı. Kar boran demeden yuvalarını yıktığımız kent yoksullarına da aldanmayın. Biz onlar için toki toki apartmanlar inşa ediyoruz. Versinler asgari ücretlerini, gitsinler şehrin keşmekeşinden uzak, ferah, kimsenin kimseye ilişmediği dairelerinde otursunlar.”

Osman Baydemir’in bir sözü var bildiniz mi?...

Pınarbaşı burma burma

Slavoj Zizek’in güzel demiş : “Günümüzde, -her alanda- post-ideolojik olduğunu iddia edenler esasında ağzına kadar ideolojiye batmış olanlardır. Her ulusal sirkte olduğu gibi bu dünya şampiyonası boyunca da basketbolun kendisinden keyif almamızı engelleyen bu tip saldırılara maruz kalacağız.

Turnuvanın favorisi, en önemli yıldızlarından(LeBron James, Kobe Bryant, Dwyane Wade, Carmelo Anthony, Dwight Howard…) mahrum olmasına rağmen ABD. Amerikalılar her zaman olduğu gibi fiziksel olarak rakiplerinden ayrı bir dünyada. Müthiş atlet bir takım izleyeceğiz ama zaafları da yok değil. En göze çarpanı ise sadece 3 uzunla oynayacak olmaları. 2006 Dünya Şampiyonası’nı ve Yunanistan’ın ABD’yi nasıl yendiğini hatırlayınca(maç boyu yüksek pick’n roll ve 150 kiloluk Sofo’yu savunmaya çalışan LeBron ve Melo) Mike Krzyzewski’nin niye böyle bir tercihte bulunduğunu anlamakta zorlanıyorum. Benim gönlüm -Murat Kosova&Kaan Kural ikilisinin post-ideolojik duruşlarına gayet uygun bir biçimde sahtekâr hem de Latin kökenli olmalarından sebep sahtekâr ilan ettikleri(aynı şeyi Arjantin’e de yapıyorlar)- İspanya’dan yana. İspanya harika bir takım ama Pau Gasol’ün yokluğu da düşündürücü.

Uzun uzadıya bir şampiyona analizi yapmayacağım. Onu herkes yapıyor zaten, tarzım da değil. Onun yerine sözü post-ideolojiklere karşı antipatimi katlayan Güntekin Onay’la bitireceğim. Şöyle buyurmuş Onay, Çarşı’yı kast ederek : “Stadın en güzel yerinde gerçek değerinin 5’te biri fiyatına oturalım. Kapalı tribüne loca yaptırmayalım. Stadın isim hakkını sponsorlara vermeyelim. Formanın arkasında önünde reklam olmasın… Böyle dünya kulübü olunmaz.”

Çarşı benim sıkça eleştirdiğim bir grup fakat burada sonuna kadar arkalarındayım. Bırakın memleketin bir yerinde de bu ülkenin gerçek cefakârları-hak ettikleri gibi-en güzel yerlerde otursunlar. Bırakın kendi emekleriyle var ettikleri dünya güzellikleri üzerinde söyleyecek bir sözleri olsun. Bırakın delicesine sahiplendikleri formalarının kıçında başında holdinglerin imzası olmasın. Bırakın arkadaş bırakın. Ne o kulüp Yıldırım Demirören’in, ne o stad Medical Park’ın(ya da İnönü’nün, ya da Mithatpaşa’nın), ne de o forma Cola Turka’nın. Bunlar olmazsa Beşiktaş hiçbir şey kaybetmez. Taraftarı olmadansa Beşiktaş bir hiçtir. -Romantik konuşuyorsun diyen ilk kişi post-ideolojik halayın başıdır- Bu kulüplerin gerçek sahipleri taraftarlarıdır ve sevdalarına dair söylenecek bir söz varsa onu da ilk onlar söylerler.

Sunday, August 22, 2010

Delhi 2010: Spor, spor endüstrisinin neresinde?


BU YAZI İLK OLARAK 22 AĞUSTOS 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.



70’in üstünde işçi güvenliksiz inşaat sahalarında öldü. 140.000 aile zorla yerinden edildi, binlerce üniversite öğrencisi yurtlarından kovuldu, 50.000’in üzerinde ağaç kesildi, 70.000 ailenin geçinme aracı olan iş sahaları ellerinden alındı, 2 milyar doların üzerinde(orijinal bütçe 422 milyon dolardı) para harcandı.

Bir savaşın bilançosu değil bu; Delhi’de3-14 Ekim tarihleri arasında düzenlenecek olan 2010 Commonwealth(İngiliz Milletler Birliği) Oyunları’nın yarattığı yıkımın istatistiksel verileri. 2010 Vancouver Kış Olimpiyatları ve Güney Afrika’da düzenlenen dünya kupası süresince bu tip mega spor organizasyonlarının lanse edildiğinden çok daha farklı olan gerçeklerini sizlere aktarmaya çalıştım. Şimdi sıra 2010 Delhi’de.

2.5 dolarlık işçilerin sırtında

Hem de ne sıra! Britanya sömürgeciliğinin kirli anılarının izlerini taşıyan Commonwealth(İngiliz Milletler Birliği) Oyunları’na isminden de anlaşılabileceği gibi sadece Britanya ülkeleri ve imparatorluğun eski sömürgeleri katılabiliyor. İsminden anlaşılamayacak olan şeyse oyunların commonwealth(kamu çıkarı(refahı) diye çevrilebilir) adıyla olan bağıntısı. Commonwealth oyunları dünyanın en yoksul metropollerinden Delhi’ye refah getirmediği gibi organizasyon tam anlamıyla müreffehlerin(refah sahipleri) halka(kamuya) karşı savaşına dönüşmüş durumda.

Mayıs ayında Barınma ve Toprak Hakları Ağı tarafından resmi belgelere dayanarak açığa çıkarılan ve BBC’nin de yayınladığı bir rapora göre devletin yoksullukla mücadele projeleri için ayırdığı on milyonlarca dolarlık bütçe Commonwealth Oyunları hazırlıklarına harcandı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları raportörü Miloon Kothari’nin de doğruluğunu onayladığı belge, siyasi iktidarın oyunlara ve ülkesindeki yoksulluğa bakış açısını ortaya koyuyor.

450 milyon insanın açlık sınırının altında yaşadığı Hindistan’ın 14 milyonluk metropolü Delhi’de oyunlar sebebiyle yollar, havaalanları, yer altı tren istasyonları gibi altyapı projeleri inşa edildi. Fakat bu hizmetler kentin büyük çoğunluğu olan yoksulları, oyunlar sebebiyle yerinden edilmiş gecekondu sakinlerini ve genel olarak işçi sınıfını dışlayan bir coğrafi ve ekonomik mahiyette. Üstelik tüm bu yatırımlar, 19.yüzyıl koşullarında çalıştırılan 150.000 işçinin -kölenin-, gündeliği 2.5 dolar ve hayli yüksek bir ölüm oranını barındıran cehennemi koşullar altında sömürülmesiyle gerçekleştirildi.

Kentsel dönüşümsüz mega-spor organizasyonu olmaz!

Mega spor organizasyonlarının olmazsa olmazı kentsel dönüşüm ve mutenalaştırma(güzelleştirme) projeleri Delhi’de de tüm acımasızlığıyla sürüyor. 140.000 ailenin oyunlar bahane edilerek zorla yerinden edildiği kentte, söz konusu insanlar kentin çeperlerinde oluşturulan gecekondu mahallelerine yerleştirildi. Fakat bu mahalleler hem kente, hem de iş sahalarına çok uzakta. Çalışacak bir iş bulacak kadar şanslı olanların ulaşım maliyetleri üçe dörde katlanmış durumda ve kaçınılmaz olarak günde 4 saati bulan gidiş-dönüşler sebebiyle birçoğu işini bırakmak zorunda kaldı. Yerleştirildikleri yeni mahallelerde altyapı hizmetleri yok denecek kadar az. Eğitim ve sağlık hizmetlerini karşılayacak olan okul ve klinik gibi merkezlerin yokluğundan söz etmiyorum bile. Tüm bu veriler ışığında dünya zoolojisinden getirildiği varsayılan ücretli kölelere inşa ettirilen merkez şehirdeki altyapı hizmetlerinin halkın çoğunluğuna hiçbir yararı olmadığını anlamak da zor değil. Kapitalizmin sözde demokrasilerinin genel kuralı burada da işliyor: “Yoksulları kendi inşa ettikleri yeryüzünün cehennemine gömün.”

Birleşmiş Milletlerin Barınma Hakları konusunda uzman raportörü Raquel Rolnik’in de onayladığına göre yerinden edilen yüz binlerce ailenin mensupları eski yaşam koşullarından çok daha kötü bir durumda ikamet ediyor ve hükümet tarafından kendilerine verilen sözlerin tutulması da yakın gelecekte mümkün değil. Üstelik inşaatlarda çalıştırılmak üzere –ucuz emek için- kırsal bölgelerden getirilen on binlerce işçinin de geleceği belirsiz. Bu işçiler iş sahalarında olmayan güvenlik önlemleri sebebiyle ölmezlerse Delhi’nin hali hazırda yeterince kalabalık olan kent ve yörekent yaşamına eklemlenecekler. Alın size on binlerce işsiz, onlarca gecekondu mahallesi daha…

Tüm bu kentsel dönüşüm projeleri haliyle emlak fiyatlarını da uçurmuş durumda. Şehirde oyunlar sırasında iyice artacak olan konaklama sorununu çözmek için Delhi Üniversitesi yurtları ve çevre hostelleri lüks misafirhanelere dönüştürüldü. Eskiden buralarda kalan öğrencilerse bu odaların yeni fiyatlarını karşılayamadıkları için sokakta kaldılar. Delhi Üniversitesi öğrencileri bu durumu ve toptan Commonwealth Oyunları’nın Delhi ve kent yoksullarına olan zararlarını protesto etmek için uzun süredir direniş halinde. 12 Ağustos’ta niyetlerinin ciddiyetini ortaya koymak için açlık grevine başladılar ve eylem devam ediyor.

“Yamuna Nehri’nden bile pis”

Spor endüstrisi, işçi sınıfının gasbedilmiş emeklerinin üzerinde yükselerek egemen sınıfa hizmet etmeye devam ediyor. Egemenler, Delhi 2010’un ülke için ulusal bir gurur kaynağı olacağı yalanıyla kamu çıkarlarına, kent yoksullarına tecavüz ediyor. Oysa köle gibi harcanan işçilerin kaybettikleri onurla üst sınıflara peşkeş çekilen varlıklar dışında bir şey yok ortada Egemenler, Delhi 2010’un ekolojik hassasiyetler taşıyan yeşil bir organizasyon olduğu yalanıyla kent ekolojisine tecavüz ediyor. Oysa bu oyunlarda yeşil olan tek şey doların yeşili!

Delhi 2010, sporu kullanarak halka, çoğunluğa(common) karşı sermayeyi, azınlığı(wealth) semirten sistemin katalizörü olmuş durumda. Tıpkı daha önce Seul’de, Barcelona’da, Atlanta’da, Atina’da, Pekin’de, Vancouver’da, Güney Afrika’da olduğu gibi. Bir gazetenin dediği gibi artık organizasyon “Yamuna Nehri’nden bile pis.” Ve yazık ki tüm bu sömürünün, sefaletin, cinayetin, çevre katliamının, yolsuzluğun olduğu yerde spora dair söylenecek tek bir söz bile yok. Sahi, Soutik Biswas’ın sorduğu soruyu değiştirerek ben de sormak istiyorum: Spor, spor endüstrisinin neresinde?

Sunday, August 15, 2010

Başlıyoruz totolu motolu

BU YAZI İLK OLARAK 15 AĞUSTOS 2010 PAZAR GÜNÜ EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Terli, yapış yapış günlerimize futbol mesaisi ekleniyor. Öyle bıkkın bir haldeyiz ki meşin yuvarlak hayatımıza girse ne olur girmese ne olur, tövbeliyiz hayattan! Tablet halinde yutacağımız bir anayasanın tartışmaları etrafında yaratılan dezenformasyondan yeterince muzdaripken bir de yanında Erman Toroğlu&Ahmet Çakar’a midemizde ne kadar yer var? Hafta içi milli maçta provasını yaptık, ben almayayım! İzlemeyenler için aynı anda özet ve kehanet işlevi görecek bir yorum yapayım: Bu 2 adamın 1 sene boyunca aynı stüdyoda edeceği laklağa peynir gemisi bile illallah eder, aganta burina burinatasını çeker, yolunu alır…

Üstelik sıcakların yanında bir de Ramazan mevsimindeyiz. Oruç kaynaklı kronik form düşüklükleri sporcuların performansını da ister istemez etkileyecektir. Gerçi İstanbul’a kupa mesaisine gelen 2.Lig takımlarının taktiğinden bozma bir 6+2+2’miz var dolayısıyla kadrolardaki “mümin” sayısının azalması bu etkeni minimize ediyor. Olsun yine de bu memlekette adettendir, Ramazan dönemi yeşil sahalar durgunlaşır.

Yeni şampiyon, yeni transferler, yeni sağlık ekipleri(!) derken yeni de bir ismi var özünde 1. Profesyonel Deplasmanlı Futbol Erkekler Ligi olan kümemizin: Spor-Toto Süper Ligi. Kabul etmek gerek ki, çirkinin ötesinde komik bir isim. 2005’ten beri adı bir sponsorla birlikte anılan ligimizin bu hali spikerler hariç kimseyi ırgalamıyor gerçi yine de totolu motolu bir ligimizin olması insanı ister istemez kıkırdatıyor.

Totolu ligimizin demografisi memleketin haliyle benzeşiyor. Kürtsüz Kürt sorunu çözümü çabalarımız ve Kürtsüz anayasa paketimiz gibi Kürtsüz de bir futbol ligimiz var. Diyarbakır’ın da küme düşmesiyle 2010/11 sezonunda bölgeden hiçbir takım totolu ligin keyfine tam anlamıyla varamayacak. İşin aslı Diyarbakırspor da bizi pek memnun etmiyordu. Umudumuz yeni kurulan Amedspor’la Dersimspor’da… Hani şoven bir tını yaratmak istemem ama bölgenin öz kaynaklarını ve kimliğini taşıyacak “ellenmemiş”, bağımsız bir kulübün ligimize katacağı renk çok daha farklı olacaktır. Hele bir barış gelsin… Umuyorum ki bu günler ve daha fazlası çok uzakta değil…

Geçtiğimiz sezonun şampiyonu Bursaspor sezona forma reklamı olmadan giriyor, ne güzel! Üstadın benzetmesiyle sahada “gezici reklam panosu” gibi koşuşturmayacak bir şampiyonumuz var, en azından ilk hafta itibariyle. Gerçi hafta içinde toto ligi olmamız hasebiyle düzenlenen basın toplantısında Spor-Toto Teşkilat Başkanı Bekir Yunus Uçar ligimizin son yıllarda gösterdiği endüstriyelleşme atağını(!) öve öve bitiremedi ama memleketin dinamikleri kendisini pek doğrulamıyor demek ki. Halen bir “Anadolu” takımı, şampiyon da olsa kendine uygun bir sponsor bulmakta zorluk çekebiliyor. Sahi nerede yahu bu memleketteki değişimin(!) öncüsü olan Anadolu Kaplanları? Onlar ya da bir başka şer yuvası -pardon şirket- gelene dek Bursasporlu futbolcuları mobilize billboardlar halinde görmemek keyifli olacak.

Üç büyükler sezona renksiz giriyor. İçlerinde bir tek Beşiktaş umut veriyor onlara da kasten renkli demiyorum, Çarşı kızıyor sonra. Bana son derece cinsiyetçi gelse de “erkek adam renkli takım tutmaz” diyorlar malum. Yoksa benim bu seneki şampiyonluk adayım Beşiktaş. Bu yolda en güvendiğim isim de Quaresma değil Guti. Şöyle söyleyeyim, Guti’yi Galatasaray alsaydı ibrem sarı-kırmızılılardan yana dönerdi. Guti’yi o derece önemsiyorum. Orta sahada oyun kurabilecek, top saklayabilecek ve ileriye doğru oynayabilecek, üstüne skora direkt etki edebilecek çok klas bir futbolcuya sahip Beşiktaş. Üstelik koca ligde eşi benzeri yok tüm bu özellikleriyle. Guti’nin haricinde bir önemli faktör de Bernd Schuster. Kanımca Beşiktaş 2003’ten beri ilk defa sezona şampiyonluğun favorisi olarak giriyor. Gerçi İddaa’nın yayınladığı bahis oranlarına göre favori Fenerbahçe ama günün trendine göre sallıyoruz İddaayı, totoyu, motoyu. (Cidden toto diye lig ismi mi olur, kim ciddiye alır bu ligi?) Öte yanda Trabzonspor’un da şampiyonluk mücadelesinde İstanbullular için ciddi bir tehdit olarak ön plana çıkabileceğini belirtmek lazım. Adam gibi adam Şenol Güneş böylesi bir başarıyı çoktan hak etti.

Bu dönem aynı zamanda TSK mesaisinin de başladığı mevsimlerden biridir. Binlerce genç silah altına alındı bu hafta itibariyle. Hayatlarından (statülerine bağlı olarak) 6 veya 15 ay kırpılacak. Üstelik bu gençler hiç de kendilerine ait olmayan bir savaşa ortak olmaya zorlanacaklar. Kazasız belasız evlerine dönebilmeleri dileğiyle…

Yeni sezon hayırlı olsun…

Monday, August 9, 2010

Dünya kupası: Sınıfsal apartheid’ın tellalı


BU YAZI BİR+BİR DERGİSİ'NİN HAZİRAN-TEMMUZ 2010 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.




“Bizi burada görmek istemediklerini söylediler. Stadyum çevresinde bulunmamızı istemiyorlar. Yani gitmek zorundayız.” Bu sözler 40 yıldır Durban Kings Park Stadyumu’nun çevresinde işportacılık yaparak geçinen Regina Twala’ya ait. Önemli sözler çünkü Twala’nın maruz kaldığı bu dışlayıcı tavır Güney Afrikalı kent yoksullarının Dünya Kupası’yla birlikte artarak hissettiği baskıyı birebir yansıtıyor.

Durban şehrinde artık Kings Park adlı bir stadyum yok. Onun yerinde 457 milyon dolara mal olan son teknoloji ürünü bir yapı yükseliyor: Moses Mabhida Stadyumu. Bu görkemli yapı inşasıyla beraber çevresindeki yoksulluğu ‘nev-liberal’ bir abrakadabrayla yok etti. Bir başka deyişle ‘pislik’ halının altına itelendi ve artık her şey pirüpak!

Öyle mi gerçekten? Dünya Kupası’yla birlikte Güney Afrika‘yı varsıl, aydınlık bir gelecek mi bekliyor? Yoksa Dünya Kupası tam da bu müreffeh hayallerin katili mi? Ülkede yoksulların, siyahların sporu olarak bilinen futbol, bu pahalı ve gösterişli şenliğiyle ülkenin kalkınmasına yardımcı olmaya mı geliyor, zenginle yoksulun arasındaki uçurumu bir fersah daha arttırmaya mı?

Bunlar aslında her büyük spor organizasyonu sırasında muhalif kutuplar tarafından seslendirilen sorular. Özellikle dünyanın 1980’lerde geçirdiği neo-liberal dönüşümle birlikte sporun olağanüstü bir şekilde ticarileşmesi ve başlı başına devasa bir endüstri haline gelmesi yarattığı çelişkileri ve problemleri daha da görünür kıldı. Bu seferki coğrafya Güney Afrika, hali hazırda zenginle fakirin arasındaki uçurumun akıl almaz bir seviyede olduğu, yapısal uyum programlarının halkın canına okuduğu bir ‘üçüncü dünya’ ülkesi. Irkçı apartheid rejiminden kurtuluşunun 16.yılını kutlayan Zulu diyarında yeni ayrımcılık döneminin bayraktarlığını neo-liberal politikalar yapıyor ve Dünya Kupası bu politikalarla hayli içli dışlı.

ANC’deki sağ sapma

Apartheid rejiminin yıkıldığı 1994’ten beri iktidarda olan ANC(Afrika Ulusal Kongresi) kâğıt üzerinde sol bir parti. Hareket, silahlı kanadı Umkhonto we Sizwe(Halkın mızrağı) ile birlikte apartheid dönemi süresince rejime karşı mücadele verdi. Muhalefet yıllarında sol hassasiyetler üzerinden politika yapan ve destek toplayan ANC, iktidara geldikten sonra kendisini Washington odaklı yapısal uyum programlarının kucağına bıraktı.

ANC’deki zihinsel değişimi Nelson Mandela’nın dört yıl arayla söylediği şu 2 cümleden anlayabiliriz. Sene 1990: “ANC’nin temel politikası ekonomide kamulaştırmadır.” Sene 1994, “ANC’nin temel politikası ekonomide özelleştirmedir.”

ANC, iktidara Neo-Keynesçi bir ekonomik program olan RDP(Yeniden inşa ve Kalkınma) ile gelse de kısa sürede bu programı tedavülden kaldırdı ve vaatlerinin tam aksi bir siyaseti dikte eden GEAR sistemini devreye soktu. Buna göre parti, kalkınma, istihdam ve refahın paylaşımını ön plana sokacaktı. Fakat bu politikalar beraberinde özelleştirmeyi, ücretlerin düşürülmesini ve tenkisatları getirdi. Parti, yeni bir siyahi eliti semirtirken çalışan kesimi görmezden geldi ve Güney Afrika Cumhuriyeti 90’ların sonunda yayınlanan bir Birleşmiş Milletler raporuna göre zenginle yoksulun arasındaki uçurumun en yüksek olduğu ikinci ülke haline geldi(Dönemin birincisi Brezilya).

1999’da Thabo Mbeki’nin başkanlığa gelmesiyle ANC, bir seçimden daha zaferle ayrıldı ama hükümetin işçi sınıfı üzerindeki baskısı azalmadı. Bu dönemde GEAR politikasını bir üst seviyeye taşıyan Güney Afrika Cumhuriyeti, merkezine yeni gelişen siyahi burjuvaziyi alarak sermayeye dayalı bölgesel bir güç olmayı hedef tahtasına oturttu.
Sub-imperialism olarak anılan bu agresif neo-liberal anlayışın çalışan kesim üzerinde şiddetli etkileri oldu. İşsizlik, %20’lerden %48’lere kadar çıktı, halk %20 oranında fakirleşti, zenginle yoksul arasındaki uçurum iyice arttı. AIDS’li oranı ve fuhuş akıl almaz boyutlara erişti. Hükümetin adı sıkça yolsuzluklarla anılır oldu ve son olarak büyük tepki toplayan zorunlu gecekondu tahliyeleri yaşanmaya başladı.

Haussmann Güney Afrika’da

Konut yetersizliği, barınma sorunu ve gecekondu mahalleleri Güney Afrika otoritelerinin apartheid döneminden beri başını ağrıtan konular. Mike Davis’in “Gecekondu Gezegeni” kitabından aktaracak olursak : “...sömürge ırkçılığı temeline kurulan apartheid rejimi köyden kente göçü kriminalize etmekle kalmamış, tarihsel olarak kent merkezlerinde yaşayan beyaz olmayan toplulukların müthiş bir acımasızlıkla yerlerinden sürülmelerine de neden olmuştu. Yaklaşık 1 milyon siyahi sözde ”beyazlara” ait bölgelerden tahliye edilmişti.” Apartheid dönemindeki 1 milyon kişinin zorla tahliyesi acılı ve kanlıydı. 1980’lerin sonunda dünya tarihinin en şiddetli gecekondu isyanlarından birini ortaya çıkaran bu gergin süreç, rejime karşı savaşan ANC’nin de önemli kozlarından biri olmuştu.

Irkçı rejim yıkıldıktan sonra siyahların şehirlere girmesini yasaklayan kanunlar iptal edildi ve böylece Güney Afrikalı sanatçı Rian Malan’ın tasviriyle “uzaklarda bir baraj yıkıldı ve milyonlarca perişan, umut dolu siyahi dağlardan sel gibi akmaya başladı.” Yeni rejimle birlikte kentleşme oranları muazzam bir artış gösterdi. Güney Afrika’nın büyük şehirleri böylesi bir yükü kaldıracak ekonomik alt yapıya sahip değildi ve nihayetinde Johannesburg, Cape Town, Durban gibi kentlerde devasa gecekondu mahalleleri oluşmaya başladı.

ANC hükümeti iktidara gelir gelmez konut sorununu çözebilmek için “5 yılda 1 milyon ev” projesini devreye soktu ama 90’lar boyunca hatırı sayılır bir ilerleme kaydedemedi. 2000’lerde parti iyiden iyiye neo-liberalleşince konut projeleri de Friedrich Engels’in deyimiyle Hausmannlaştı. Engels, burjuvazinin konut sorununa getirdiği kendince çözümleri 1860’larda Paris’i yeniden inşa eden şehir plancısı Georges-Eugene Haussmann’la özdeşleştirir ve bu çözümleri sorunun kaçınılmaz olarak yeniden üretileceği tarzda çözümsüzlükler olarak değerlendirir. David Harvey de ‘Sosyal Adalet ve Şehir’ adlı yapıtında konut sorununun kapitalist sistem içerisindeki çözümlerle halledilmesinin olanaksız olduğunu öne sürer. Özetle ANC, 2000’lerle birlikte konut sorununu duyarsız serbest piyasa usullerince çözmek için BNG(Breaking New Ground) programını açıkladı. Bu programın en önemli projeleri de Capetown’daki N2 Gateway ve Durban ile Johannesburg’daki “sosyal konut” projeleriydi.

Mike Davis, üçüncü dünya metropollerinde uygulanan Haussmann tipi kentleşmeyi, devletin “güzelleştirme” hatta “yoksullara toplumsal adalet sağlama” namına planlı müdahalelerde bulunarak sermaye sınıfına ve çalışan orta sınıfa yeniden mekânsal sınırlar çizdiği bitmek bilmeyen bir toplumsal savaş olarak betimler. Buna göre yoksul kesimin kentsel olarak kârlı bölgelerde konuşlanmış yaşam alanları ekonomik gelir elde etmek ve sosyal kontrolü sağlamak adına gasp edilmekte ve yerinden edilen yoksullar kent çeperlerindeki izole bloklara mahkûm edilmektedir. Elbette böylesi tartışmalı ve şiddetli süreçlere gebe projeleri hayata geçirebilmek için devletin kamuyu ikna edici kozlara sahip olması gerekmektedir.

İşte bu noktada uluslararası çapta “mega etkinlikler” devreye girer. Olimpiyatlar ve Futbol Dünya Kupası nüfuzları itibariyle bu alanda öne çıkan örneklerdir. Ev sahibi uluslar adına dünyanın geri kalanına karşı ülkelerinin propagandasını yapma imkânı veren bu etkinlikler dışarıya karşı güzel, zengin, gelişmiş vs. görünme kaygılarını ön plana alır ve verilecek iyi bir sınavın ülkenin tanıtımına dolayısıyla turistik albenisine ve ekonomisine önemli katkıları olacağını halka empoze eder. Güney Afrika Cumhuriyeti Spor Bakanı Danny Jordaan Dünya Kupası’nın ülke için önemini şöyle ifade etmektedir: “Bütün dünya biz Güney Afrikalılar’ın birinci sınıf olduğunu görecek.”

Hâlbuki Güney Afrika, yolsuzlukları, %30’lara varan işsizlik oranı, AIDS ve fuhuş problemi ve belki de en önemlisi konut sorunuyla hiç de birinci sınıf bir ülke değil. Kuşkusuz Güney Afrikalılar da bunun farkında. Fakat Dünya Kupası’nda çizilecek iyi bir imajın ülkeyi bir anda refaha kavuşturacağı ilüzyonuna da özellikle orta sınıfı ikna etmek çok kolay. Şehirlerin “güzelleştirilmesi” projelerinin hedefi halindeki kent yoksulları içinse durum tamamen farklı.

Mega spor etkinlikleri kent yoksullarına karşı

Uluslararası spor etkinliklerinin kent yoksulları için kâbus haline dönüşmesinin tarihi 1936 Berlin Olimpiyatları’na kadar uzanıyor. O dönemde “ulu” rejimlerinin imajına halel gelmesinden korkan Naziler, şehir merkezindeki evsiz ve gecekonducuları acımasız yöntemlerle yabancılara görünemeyecekleri “ıraklara” sürmüşlerdi. Sporların aşırı ticarileşmesi ve neo-liberalizmin hâkim olduğu 80’ler ve sonrasında ise bu tarz spor etkinlikleri adeta seri katile dönüştü.

COHRE(Barınma Hakkı ve Tahliyeler Merkezi)’nin raporlarına göre yaklaşık 720 bin kişinin yerinden edildiği 1988 Seul Olimpiyatları’yla başlayan süreç, 2008 Pekin’le tavan yaptı. Pekin’de 1.5 milyona yakın kişinin kitlesel tahliyesi nihayet medyanın ilgisini çekebildi. Oysa ki Pekin’e gelene kadar 20 yılda yine COHRE raporlarına göre tam 2 milyon kent yoksulu mega spor etkinliklerinin yarattığı bahanelerle evlerinden kovulmuş, yaşam alanlarını kaybetmiş ve mağdur duruma düşürülmüştü.

COHRE raporlarından aktaracak olursak; 1992 Barcelona Olimpiyatları sırasında tam 624 aile evlerinden sürüldü, oyunlar sebebiyle 1986 ila 1993 arasında konut kiraları %145 oranında arttı. Yerinden edilmeler en çok kentin Roman nüfusunu hedef aldı ve yaklaşık 60 bin kişiyi kapsadı.

’96 Atlanta Olimpiyatları’nda ezici çoğunluğu Afro-Amerikalı olmak üzere 30.000’e yakın yoksul yaşam alanlarını değiştirmeye zorlandı, 3.000 ev yıkıldı, mahalleler ve evini kaybeden halk kriminalize edildi. Bu dönemde(95-96 yılları) tam 9.000 evsiz tutuklandı.

2004 Atina Olimpiyatları yalnızca ülke ekonomisinde bedelleri halen ödenen bir gedik açmakla kalmadı. 2700 Roman vatandaşın barınma hakları oyunlar sebebiyle tecavüze uğradı, toplamda 10 bin kişi mağdur edildi. Gecekonduların yıkımı için kanunları çiğneyen jet bürokratik kararlar alındı. Yerinden edilen kent yoksullarına verilen alternatif konut sözleri tutulmadı.

2010 Vancouver Kış Olimpiyatları, doğa harikası ormanların katledilmesine, kent merkezindeki mahallelere uygulanan soylulaştırma projelerine, 700 yoksulun buradaki evlerinden kovulmasına ve alışılageldiği üzere bedelini Vancouver halkının vergilerle ödeyeceği büyük mali zararlara yol açtı.

Önümüzdeki Ekim ayında Yeni Delhi’de düzenlenecek olan Commonwealth Oyunları da sevimsiz yüzünü göstermekte hiç gecikmedi. 35 bin gecekondu sakini “kenti güzelleştirme” adına zorunlu olarak mahallelerinden tahliye edildi. Elbette “mega etkinlikler” sporla sınırlı değil. Birçok uluslararası politik, ekonomik ve sanatsal etkinliğin sistem tarafından nasıl yoksulsavar’a dönüştürüldüğünü kanıtlayacak örnekleri sunabiliriz. 2010 Dünya Expo Fuarı için Şangay’da 400 bin kişinin yerinden edildiği notunu iletmem yeterli olacaktır herhalde.

Teneke kentler ve Dünya Kupası

Tüm bu gerçekler ışığında ANC’nin gözünü Olimpiyatlar ve Dünya Kupası’na dikmesiyle kentsel dönüşüm projelerinin, gecekondu yıkım ve tahliyelerinin aynı döneme denk gelmesinin tesadüf olmadığı sonucuna varabiliriz. Cape Town, Johannesburg, Durban gibi kentler başta olmak üzere maçlara ev sahipliği yapacak tüm şehirlerde apartheid dönemini aratmayan görüntüler yaşanıyor.

Cape Town, dünya kupası zulmünün en çok hissedildiği yer. Hükümetin dar gelirlilerin konut sorununu çözmek için uygulamaya koyduğu N2 Gateway Projesi, 25 bin konutluk bir proje. Dışarıdan bakıldığında umut verici, iyi niyetli bir hamle gibi gözüküyor ama hadiseyi biraz deştiğinizde yüzleştiğiniz gerçekler can sıkıcı. N2 Gateway, Cape Town’ın merkeziyle havaalanını birleştiren N2 Karayolu’nun çevresinde inşa ediliyor. Dünya Kupasıyla birlikte Cape Town’a gelecek olan on binlerce turistin Güney Afrika’ya dair göreceği ilk görüntüler buraya ait olacak. Hükümetin N2 Gateway Projesi’nde gösterdiği ivedilik ve ‘özveri’ bu bilgiyle biraz daha anlam kazanıyor.

Projenin hayata geçirilmesi için Joe Slovo Enformel Bölgesi olarak anılan mahallenin 20 bin sakini evleri yıkılmak suretiyle bölgeden sürüldü. Sürüldükleri yer bir toplama kampından farksız olan ve resmi kayıtlarda Delft olarak geçen bir cehennem parçası. Delft’te yaşamaya zorlanan mağdurların bölgeye taktıkları isim Blikkiesdorp, Afrikaan dilinde Teneke Şehir anlamına geliyor. Burada insanlar neredeyse bütün temel hizmetlerden yoksun bir şekilde, tenekeden yapılma perişan barakalarda yaşamaya zorlanıyorlar. Bir ‘Teneke Kent’ sakini olan Pamela Beukes’e göre Dünya Kupası, Apartheid Rejimi’nden bile kötü: “Apartheid döneminde bize ev yapmamız için tuğla veriyorlardı. Bunlar onu bile vermiyor, tenekeden evlerde yaşıyoruz.”

Hükümet yetkilileri bunun geçici bir durum olduğunu söylese de uzmanlar, N2 Gateway Projesi’yle üretilen evlerin kent yoksulları için sürdürülebilir bir sonuç sağlamadığı kanısında. Birincisi Joe Slovo’luların bu evlerin kiralarını karşılamaları çok zor. İkinci olarak bölge, şehre ve iş alanlarına çok uzak, bu da mahallenin çalışanları için yüklü bir ulaşım masrafı demek. Son olarak yine Güney Afrika’da geçen Yasak Bölge 9(District 9) filminde benzer bir hikâyeyle evlerinden tahliye edilmek istenen mülteci uzaylılara MNU çalışanı Wikus’un dediği gibi: “Bu evler, eski evlerinizden çok daha küçük, oraya taşınmak istemezsiniz!”

Benzer müdahaleler, yıkımlar ve yerinden etmeler Durban’da da yaşanıyor. Bir gecekondu mahallesi olan Kennedy Road Eylül 2009’da ANC tarafından görevlendirildiği iddia edilen sivil görünümlü 40 kişi tarafından yerle bir edildi, birçok gecekondu sakini dövüldü, bazı evler yakıldı. Kentte Dünya Kupası döneminde ‘çirkin’ görüntüler yaratmasından çekinilen birçok gecekondu sakini, işportacı ve çocuk satıcı kriminalize edilerek ya tutuklanıyor ya da kent çeperlerine gönderiliyor. Bu kişilere polis copunun söylediği tek bir şey var: “Dünya Kupası’nda buralarda gözükmeyin.”

Yine COHRE’nin şehirde yaptığı detaylı araştırmalara göre eThekwini Belediyesi’nin gecekondu mahallelerinde uyguladığı zorunlu tahliyeler kanunsuz ve dar gelirliler için geliştirilen konut projeleri de yetersiz. Bölgede gecekondu mahallelerine uygulanan zulümlere dur demek için kurulan Abahlali baseMjondolo grubu 30’dan fazla gecekondu yerleşiminde örgütlü, epey etkili bir halk hareketi.

Ülkenin en büyük şehri Johannesburg’daki yıkımlar ve zorunlu tahliyeler tipik bir soylulaştırma projesi örneği olarak göze çarpıyor. Şehir konseyinin kente olan ekonomik yatırımı arttırmak için gündeme getirdiği “Birinci sınıf Afrika şehri: Johannesburg” hedefini gerçekleştirmek için kolları sıvayan yetkililer bunun için ilk adımı attı ve kent merkezinde yaşayan gecekonducuların evlerini yıkarak sakinlerini şehrin çeperlerine postaladı. Toplamda 235 kötü durumdaki bina yıkıldı. Bu yıkımlardan toplam 67 bin kent yoksulunun etkilendiği belirtiliyor. COHRE raporlarına göre yıkımlar ve zorunlu tahliyeler gece yarılarında habersiz bir şekilde gerçekleştirildi. Bu yıkımlarda hükümet acımasızlıklarıyla nam salan Kırmızı ve Mavi Karıncalar adlı paralı milis kuvvetlerini kullandı.

Yeni nesil apartheid’ın kaynağı olarak Dünya Kupası

Güney Afrika Cumhuriyeti, Dünya Kupası için 3 milyar dolara yakın para harcadı. 5 yeni stadyum inşa edildi, var olan statlardan 5’i de yenilendi. Sadece spor tesisleri için harcanan para 1 milyar doların üzerinde. Bu rakam 2004 yılında yapılan ilk maliyet hesaplarının 3.5 kat üzerinde. Turnuva, Mayıs ayına kadar maç biletlerini satmakta dahi zorlandı. Çünkü Güney Afrika halkı ekonomik olarak FIFA’nın belirlediği bilet ücretlerini karşılayabilecek seviyede değil. Nihayetinde bilet fiyatlarında muazzam bir dampinge gidildi ve son gelen haberlere göre biletlerin büyük kısmı satıldı.

Tüm bu harcanan paraların, yapılan lüzumsuz büyüklükteki lüks stadyumların, beş yıldızlı tesislerin yerine teneke kentlerde, insanlık dışı koşullarda yaşamaya mecbur edilen kent yoksullarının sorunları çözülebilirdi. Çözülmedi! %30’u vuran ve turnuva sonrası geçici inşaat işleri biteceği için artacak olan işsizlik oranını aşağı çekecek yatırımlar yapılabilirdi. Yapılmadı! Fuhuş ve AIDS sorunlarıyla mücadele etmek için projeler başlatılabilirdi. Olmadı! Tıpkı daha önceki dünya kupalarında, olimpiyatlarda olduğu gibi halktan esirgenen bu devasa yatırımlar bir göz boyama ve propaganda aracının nesneleri olarak kullanıldı.

Nelson Mandela, Güney Afrika’da düzenlenen 1995 Rugby Dünya Kupası’nı yıllarca apartheid rejiminde birbirinden ayrı yaşayan siyahlarla beyazlar için bir kaynaşma, dayanışma ve uzlaşma aracı olarak kullanmıştı. 2010 Dünya Kupası ise Mandela’nın hayallerinin tam aksine hizmet ediyor. Yoksulla varsılın arasındaki uçurumun geri döndürülmez boyutlara eriştiği, yoksulların açıkça dışlandığı, kentlere sokulmadığı bir nevi sınıfsal apartheid’ın pervasız bir şekilde hayata geçirildiğini gözlemliyoruz.

Bir yanda toplama kamplarından beter teneke kentlerde yaşamaya zorlanan milyonlarca insan, diğer yanda 500 milyon dolarlık futbol stadyumlarında sadece belli sınıfların davetli olduğu bir ‘karnaval’. Maalesef 2010 Dünya Kupası, sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi konusunda çarpıcı bir örnek olarak literatürdeki yerini alacak. Ana akım medya bunların hiçbirinden bahsetmeyecek elbette ama siz televizyon başında futbol keyfini yaşarken bu 1 aylık festivalin, yalancı ütopyanın maliyetini çok ağır bir şekilde ödeyen milyonlarca Güney Afrikalı kent yoksulunun varlığını görmezden gelmeyin.

Sunday, August 8, 2010

“Unutamam seni…”

BU YAZI İLK OLARAK 8 AĞUSTOS 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

5-1’lik Galatasaray-OFK Belgrad maçının adamı kimdi? Kewell mı, Arda mı, M.Sarp mı? Bence maçın adamı futbol kariyerine OFK Belgrad’ın altyapı antrenörü olarak devam eden ve müsabakanın da yorumculuğunu yapan Cevat Prekazi’ydi…

Bunda anlattığı konuya hâkimiyeti ve izleyiciyi boğmayan usta işi yorumlarının payı vardı elbette ama bana öyle geliyor ki Prekazi o gün çıkıp Ömer Üründülvari bir performans da sergilese Galatasaraylıların ve birçok futbolseverin gözünde maçın yıldızı olacaktı zaten.

Bizler televizyon başında bir yandan maça bir yandan Prekazi’ye konsantre olmuşken ekmeğini OFK Belgrad’dan kazanan Prekazi’nin kalbinin kimde olduğunu hissetmek zor olmadı. Maç öncesi yayıncı kanalın muhabirine söylediği gibi: “İş farklı aşk farklı. Galatasaray benim aşkım, OFK işim…”

Futbolun dinamikleri ve hayat üzerindeki etkisi eşsiz bir fenomen. Kuşkusuz Prekazi’nin gönlünde Galatasaray’ın yeriyle futbola başladığı Mitrovica’nın, Partizan Belgrad’ın, Hajduk Split’in yerleri çok farklı. Bir sporcunun bir kulübü ve onun ülkesini ikinci bir vatan gibi görmesi, ona karşı çocukça bir aşk beslemesi futbol harici dinamiklerle gerçekleşmesi pek de mümkün olan şeyler değil. Ve şunu rahatlıkla iddia edebilirim ki kazandığı tüm başarıların ötesinde Prekazi’yi Galatasaray’a bu denli bağlayan şey artık Bakırköyspor forması giydiği dönemde Ali Sami Yen’de Galatasaray taraftarlarınca “Unutamam seni” tezahüratları eşliğinde yolcu edilmesidir.

Bu hikâye hep anlatılır ve Prekazi’nin soyunma odasına gözyaşlarıyla gittiği söylenir. İki taraflı nasıl bir sevgidir, nasıl bir tutkudur… Futbolsuz mümkün olabilmesi pek de ihtimal dâhilinde gözükmeyen ve futbolu, insanların futbolu kucaklama biçimlerini anlayamayan halktan kopuk “entelektüellerin” çözmesi zor olan bir durum aslında bu. Tipik bir “solcu” gibi afyon göndermesi yapmış olmayayım -zira hiç sevmem- ama akıllara Eduardo Galeano’nun şu sözü de gelmiyor değil: “Futbol, Tanrı’ya benzer, birçok insanın ona inanması ve entelektüellerin kendisine kuşkuyla yaklaşmasıyla…”

FUTBOL VE KENT

Öyle ya da böyle futbol üzerinden kurulan tüm bu ilişkilerin kentli ilişkiler olduğunu görmek lazım. Futbol her yerde oynanabilir. Hatta kırlarda daha rahat oynanır ama futbolu futbol yapan sokaklarda da oynanabilmesidir. Futbol kentlidir, futbolsever kentlidir. Futbol işçi sınıfının oyunudur ve bu tarih boyunca böyle olagelmiştir. Bakmayın “halkın” stadyumlardan o neo-liberal elin ve endüstrileşmenin etkisiyle silinmeye çalışılmasına. Halen o stadyumların hâkim kültürünü belirleyen şey bu kentin çalışan insanlarının, emekçilerinin kültürüdür ve futbol yoluyla sağlanan olumlu/olumsuz iletişim hep bunu yansıtır. (Bu noktada bu yazının derdi olmasa da belirtmek gerek ki elbette bu kültürün asıl mühendisi hâkim sınıftır ve bu kültürün güdük kalmasının müsebbibi de onlardır ve futbol gibi kültürel araçlar da bu noktada rol oynar.)

Geçen sezon bir Galatasaray maçında Açık ve Kapalı tribün takımı protesto etti. Numaralı ise nasıl olduysa ilk kez örgütlendi ve protestoya protestoyla karşılık vererek takıma sahip çıktı. Bunun üzerine “halk” tribünlerinden Numaralı’ya müthiş bir tepki yağdı. Belki Numaralı Tribün’ün bu konudaki tavrı doğruydu ama işin orasında değilim. Maç sonu deneyimli spor gazetecisi ağabeyimiz Şaban Petek’le bu olayı konuşurken çok doğru bir şey söyledi Şaban ağabey: “Hayatlarında ilk kez sosyeteye TOPtan bir tepki koydular, hoş gör be Mithat.” Ne kadar doğru bir cümle ve acı ya da değil ama bir gerçekliği yansıtıyor. Maalesef “sosyeteye” karşı bile günlük yaşantımızda birçok sebepten ötürü koyamadığımız tepkiyi ancak futbol aracılığıyla gösterebiliyoruz. Çünkü ne olursa olsun o sınırların içinde senin kültürün hâkim.

Bu bağlamda Prekazi’yi Uşşak makamından, Safiye Soyman’la hafifçe arabeske devrilmiş “Unutamam Seni” ile uğurlamayacaksın da neyle uğurlayacaksın? Prekazi ile bizim o kimilerine göre çok avam olan futbol sevdası üzerinden kurduğumuz ilişki tam da böyle bir şey.

Uşşak yani “aşıklar”… İşte Cevat Prekazi ile bir spor kulübünün asıl sahibi olan taraftarların kurduğu yüzde yüz kentli ve yüzde yüz emekçi kültürün reel halet-i ruhiyesini yansıtan ilişkinin adı. Henri Lefebvre’ın bence geleceğin çok önemli bir gerçekliğine işaret eden bir sözü vardır: “Devrim ya kentli olabilir ya da hiçbir şey”. Bunu rahatlıkla futbola uyarlayabiliriz: Futbol ya kentli olabilir ya da hiçbir şey. Çünkü futbol işçi sınıfının oyunudur ve futbol üzerinden kurduğumuz tüm ilişkiler de olumlu ya da olumsuz bu kültürü yansıtır, yansıtacaktır.

Monday, August 2, 2010

Dünya kupası, spor endüstrisi ve neo-liberalizm

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL KÜLTÜR DERGİSİ'NİN TEMMUZ 2010 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.


Ghiggia’nın Maracana’yı yasa boğan golünü, 1950’lerin ‘Altın Takımı’ Macaristan’ı, 1966 Kuzey Kore mucizesini, Cruijff’un Hollanda’sını, Tanrı’nın Eli’ni, Roberto Baggio’nun kaçırdığı penaltıyı, İlhan Mansız’ın Roberto Carlos’a attığı çalımı dün gibi hatırlıyoruz. Futbola ve özellikle de dünya kupalarına dair ne izlediysek, duyduysak, okuduysak en ince ayrıntısına kadar zihnimizde. Kuzey Kore’nin başkenti Pyongyang’ın Amerikan bombalarıyla yerle bir edilişini, 1976’daki darbeden sonra 78’de Arjantin’i dünya şampiyonu yapan askeri cuntanın stadyumları cesetlerle doldurmasını, Diyarbakır Cezaevi’ni, Güney Afrika’daki apartheid rejimini unuttuk belki ama futbola dair enstantaneler en ince ayrıntısına kadar hafızamızda…

İnatla, müthiş bir iradeyle hatırlıyoruz!

Futbol hafızasının, çağın ruhuna meydan okuyan bir hali var. Marksist edebiyat kuramcısı Terry Eagleton’ın dediği gibi bu durum postmodern çağın amnezik toplumları için renkli bir tezada tekabül ediyor. Kuşkusuz bu tezat futbola has koşulların bir sonucudur. Spor endüstrisi ve şekillendirdikleri, anlık fenomenler yaratma ve geleceğe kalıcı imajlar bırakma konusunda bir hayli mahirler. Bunu tanımlarken bilhassa ‘endüstri’ kelimesini kullanıyorum zira spor endüstrisinden geleceğe miras kalanlar saha içerisinde olup bitenlerden çok daha fazlasıdır.

Hoş, ulu sloganı “spora siyaset sokmayın” olan FIFA, IAAF ve ekonomik gücün motoru global şirketler, endüstrinin yan etkilerini saklamak için tüm medyatik güçlerini kullanıyorlar ama zulmü en azından yaşayana unutturmak mümkün değildir. Spor endüstrisi mazlumlarının sayısı son 30 yılda öyle bir boyuta erişti ki sorunun parametreleri de iyice belirginleşti. Artık mesele yan kategorilerle açıklanmaya gerek duyulmayacak biçimde aşikâr: Neo-liberal zulüm!

Neo-liberal zulmün ayak sesleri

Kapitalizmin kronik aşırı birikim sorunundan doğan krizlerin yaşandığı 1970’lerden sonra Anglo-Amerikan dünya, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan önderliğinde kökleri 1930’lara kadar giden bir ekonomi politik doktrini olan neo-liberalizmi kendilerine kurtarıcı olarak seçtiler. Kesintisiz sermaye birikimini sağlama konusunda sıkıntılar yaratan refah devleti anlayışından arz yanlı iktisadı destekleyici politikalara keskin bir geçiş yapıldı. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların da desteğiyle neo-liberal doktrin ülkemiz dahil kapitalist dünyanın her köşesine nüfuz ettirildi.

Neo-liberal doktrin teknolojik gelişmelerle birlikte küreselleşme rüzgarını da arkasına alarak devlet varlıklarını ve ortak mülkiyete ait değerleri özelleştirmeler ve piyasa liberalizasyonu aracılığıyla piyasaya dahil etti. Köyden kente göç hızlandırıldı, büyük şehirlerde endüstrisizleştirme hamlesi başladı ve büyük sanayi emeğin ucuz olduğu çevre bölgelere kaydırıldı. Böylece hem sistemi krize sürükleyecek aşırı sermaye birikimini emecek yeni bölgeler oluşturuldu hem de global kentler küreselleşmeyle birlikte başatlaşan finans kapitalizminin merkezleri haline getirildi.

Neo-liberalizm ve küreselleşmeyle birlikte ulus-devletlerin ve ulusal ekonomilerin tarih sahnesinden çekilme sürecine girdiği artık herkesçe kabul edilen bir gerçek. Bu merhale global şehirlerin bölgesel merkezler olarak yükselişe geçtiği bir dönem aynı zamanda. Büyük kentler ekonomik ve siyasi gücü ellerinde toplamaya başladıkça sermayenin kesintisiz birikimini sağlamak adına erişebildikleri tüm coğrafi alanlara ve kurumlara el koymaya başladılar. Bu “gasplar” kapitalizmin ‘yaratıcı yıkım’ prensibine uygun bir şekilde gerçekleşti ve sermaye palazlandıkça omzuna bastığı, varlıklarına el koyduğu kesimler güçsüzleşmeye başladılar.

Peki spor endüstrisini bu gasplarla ilişkilendiren nedir? Daha doğrusu spor endüstrisinin bu el koymalarda oynadığı rol tam olarak nasıl açıklanabilir?

Bir kentsel baskılama aracı olarak spor endüstrisi

Olimpiyatlar ve futbol dünya kupası gibi mega organizasyonlar ulus-devletler için küresel ölçekli bir yarışma sahnesidir. Büyük turnuvalar neo-liberalizm modası ortaya çıktıktan sonra ekseriyetle ‘global’ ve gittikçe kuvvetlenen kentlerde gerçekleştirildi ve bir numaralı vaatleri dış sermayeyi bölgeye çekmekti. Bu turnuvalar aynı zamanda bölgede aşırı birikmiş sermayeyi emecek altyapı yatırımlarını da teşvik eder ama bu yatırımlar güçten düşürülmüş, dışlanmış ve uzaklaştırılmış alt sınıfları kapsamazlar. Zira bu akımın ve genel olarak neo-liberal kentçiliğin alamet-i farikası kentsel dönüşüm projeleridir.

Büyük kentlerde ve özellikle İstanbul’da artık hepimizin aşina olduğu kentsel dönüşüm ve mutenalaştırma(jantrifikasyon-soylulaştırma) projeleri kentin sermaye için kârlı olabilecek bölgelerinde konuşlanmış yoksul mahalleleri hedef alır ve buraları alenen gasp ederek kontrolü altına geçirir. Projeler, kent yoksullarının yaşam alanlarına el koyduğu gibi bu “istenmeyen” insanları kentin çeperlerine göçmeye de mecbur bırakır ve özellikle kayıtlı olarak istihdam edilme imkânlarını en aza indirger. Bu el koymalar çoklukla şiddetli bir muhalefetle karşılaşır dolayısıyla bu muhalefeti en azından kamuoyu nezdinde azaltacak bahanelere ihtiyaç vardır. Spor endüstrisinin yalnızca üst, kısmen de orta sınıfları gözeten getirileri bu bahanenin ta kendisidir.

İstanbul’da Olimpiyat’ın O’su dahi Olimpiyat Köyü’nün inşa edileceği Ayazma’da mutenalaştırma projelerinin ortaya çıkmasına yetmişti. Olimpiyat yahut dünya kupası düzenleyen şehirlerdeki örneklerse haliyle çok daha acımasız. COHRE(Barınma Hakkı ve Zorunlu Tahliyeler Merkezi)’nin raporlarına göre 1988 Seul Olimpiyatları’ndan beri olimpiyat, dünya kupası gibi mega spor organizasyonlarına ev sahipliği yapan kentlerde yaklaşık 3.5 milyon kent yoksulu evsiz bırakıldı ya da yerinden edildi. Bu organizasyonların yıkıcı hale gelmesinin 1980’ler ve sonrasına denk gelmesi neo-liberal politikaların kentler ve kent yoksulları üzerindeki etkisini anlatması bakımından kafiyelidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi 80’ler aynı zamanda neo-liberal doktrinin önce Anglo-Amerikan sonra da tüm dünya sathında başat hale geldiği ve hız kesmeden yayıldığı yıllardır.

Güney Afrika örneği

Bu bağlamda 90’ların ikinci yarısından itibaren neo-keynezyen ekonomi politikalarının yerini Washington odaklı neo-liberal yapısal uyum programlarına bırakan Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ısrarlı Olimpiyat ve Dünya Kupası düzenleme çabalarını da daha iyi anlayabiliriz(tabii kendi ülkemizinkini de). Konut sorunu, yolsuzluk, fuhuş, AIDS gibi sorunlarını 16 yıllık iktidarı boyunca çözemeyen Mandela’nın partisi ANC(Afrika Ulusal Kongresi) ülkeyi dış sermaye için daha cazip hale getirecek dünya kupası düzenleme fırsatını yakaladığında ilk işi bu cezp edici görselliği yaratacak ilüzyonları inşa etmek oldu.

Bir yandan toplam maliyeti 3 milyar doları bulan stadyumlar ve çok amaçlı kompleksler inşa edilirken öte yandan turistlerin ve medyanın gözü önündeki yoksulluk görüntüleri itinayla “temizlendi”. Elbette bunu yapmak kolay olmadı. Güney Afrika Cumhuriyeti zenginle yoksulun arasındaki uçurumun en yüksek olduğu ülkelerden biri. Ülkedeki işsizlik oranı %30’a yaklaşıyor ve büyük kentlerde gecekondulaşma bir hayli yaygın.

Tüm bu “çirkin” görüntülerin yaratacağı memnuniyetsizlikten korkan Güney Afrika hükümeti ülkenin imajını bozan bu unsurları hızlı ve şiddetli bir şekilde temizleme operasyonlarına girişti. 2006’dan bu yana başta Cape Town, Johannesburg ve Durban gibi büyük şehirler olmak üzere dünya kupasına ev sahipliği yapacak tüm kentlerde vuku bulan kentsel dönüşüm projeleri kent merkezinde ve teşhire açık mekânlarda yaşayan on binlerce gecekondu sakininin üzerinde müthiş bir baskı oluşturdu.

Bu baskı, sürgünleri, gecekondu yıkımlarını, kent yoksullarının geçimlerini sağlamalarına olanak veren kimi ufak iş alanlarının zorla lağvedilmesini ve en acısı da ülkedeki Apartheid dönemini hatırlatan bir uygulamayı getirdi: kent çeperlerinde yaşamaya mahkûm edilen ve şehirlere sokulmayan yoksullar. Üstelik tenekeden yapılma toplama kamplarında yaşamaya zorlanan eski gecekondu sakinlerinin durumu Apartheid dönemindekinden bile beter.

“En azından Apartheid döneminde evlerimizi inşa etmemiz için bize tuğla veriyorlardı. Şimdi o bile yok, tenekeden evlerde oturuyoruz” diyen Sandy Rossouw, “apartheid’dan bile kötü” benzetmesinde yalnız değil. Rossouw gibi Blikkiesdorp adlı teneke kentte yaşayan Jane Roberts’a göre de dünya kupası nedeniyle yaşamak zorunda bırakıldıkları yer şeytanın idaresindeki bir zindandan farksız ve polisler akşam vakti dışarıda gezen herkesi sorgulayıp, tartaklayacak kadar pervasız.

Neo-liberal ekonomi ve kent politikalarını hızlandırıcı fonksiyonu sebebiyle tercih edilen Olimpiyatlar, Dünya Kupaları gibi spor organizasyonları tıpkı Güney Kore, Yunanistan, Çin, Hindistan hatta İspanya, Kanada ve ABD örneklerinde olduğu gibi Güney Afrika’da da kent yoksullarına karşı muazzam bir baskılama aracına dönüşmüş durumda. Dünya Kupası ülkenin küresel ekonomiye entegrasyonunu kolaylaştırırken aynı zamanda işçi sınıfı ve yoksulların yaşam standardını düşürmekte, iş olanaklarını kısıtlamakta ve onları sefalete ve kayıt dışı ekonomide sürünmeye mahkûm etmektedir.

Küresel spor endüstrisinin yarattığı bu sonuçların diğer neo-liberal politikalarla benzerlik göstermesi çarpıcıdır. İşçi sınıfını heterojenleştiren ve Manuel Castells gibi kent uzmanlarına göre de uzun vadede proleteryanın silikleşmesine yol açacak olan bu kentsel müdahalelerin özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki gidişatı karbon kâğıdından geçmişçesine benzerdir. (Yeri olmasa da parantez içinde belirtmek gerek ki Mike Davis, Jan Breman gibi ekonomi ve kentleşme uzmanlarına göre kent yoksullarını marjinalleştiren bu süreç Castells’in iddia ettiğinin aksine daha farklı ama güçlü bir proleter hareketin canlanmasına da zemin hazırlayabilir.)

Ne yapmalı?

Sonuç olarak 19.Dünya Kupası’nı geride bıraktığımız şu günlerde engin futbol hafızamıza ekleyecek nice enstantane bulduk bulmasına da mevzubahis anların hepsiyle aramızda burjuva medyasının yanıltıcı elinin olduğunu unutmamalıyız. El mahkûm “büyük” medyanın bize gösterdiklerini hatırlayacağız ama bu dünya kupasına asıl damga vuran, yüz binlerce kent yoksulunu mağdur eden ve 16 yıl sonra Güney Afrika’da yeniden apartheid dönemini hatırlatan görüntülerin yaşanmasına sebebiyet veren neo-liberal sefalet ne olacak? Kupayı kimin kazandığının tesiri mi daha büyük yoksa bu yaşananların mı?

Genelde bizim çevrelerde spor küçümsenir hatta “afyon” addedilir. Oysa sporlar ve özellikle de futbol milyarlarca insana erişme kapasitesi olan kitlesel bir fenomendir. En son Güney Afrika örneğinde de tecrübe ettiğimiz üzere spor endüstrisi de her endüstri gibi sermaye sınıfının kontrolü altında sınıfsal çelişkileri keskinleştirmektedir. Bu bağlamda bir üst yapı kurumu olarak sporun bir mücadele alanı olduğu gerçeğiyle yüzleşmeli ve bu alandaki direnişimizi derinleştirmeliyiz.

Aralık 2009’da kaybettiğimiz Güney Afrikalı muhalif ozan-yazar-eylemci Dennis Brutus’ün de dediği gibi: “spor devasa bir mücadele alanıdır ve burada söylenen her söz megafona söylenmişçesine büyük bir etki yaratır.” Megafonu ele alma vakti geldi de geçiyor.

Sunday, August 1, 2010

Barcelona 2010 ve Discobolus


BU YAZI İLK OLARAK 1 AĞUSTOS 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

“Bu beyaz adam koşuyor sayın seyirciler.” Böyle aktarıyordu Eurosport spikeri Caner Eler, Christophe Lemaitre’ın şampiyonluğunu. Avrupa Atletizm Şampiyonası’nda son güne girilirken hiç kuşku yok ki turnuvanın flaş ismi 100 ve 200 metrede altın madalyaya ulaşan Fransız atlet Christophe Lemaitre. Dile kolay, tam 28 yıl sonra ilk kez “beyaz derili” bir atlet Avrupa Atletizm Şampiyonası 100 metre erkeklerde altın madalyaya ulaştı.

Bundan önceki son “beyaz” şampiyon 1982’de ipi göğüsleyen Doğu Alman Frank Emmelmann idi. 1986’da Linford Christie ve Bruno-Marie Rose gibi siyahi atletlerin de Avrupa pistlerinde boy göstermeye başlamasıyla beyazların saltanatı da sona erdi, ta ki ismi Fransızca’da usta anlamına gelen (Maitre) Christophe’ın çıkışına kadar. 20 yaşındaki 1.90’lık atlet aynı zamanda tarihte 10 saniyenin altına inen ilk “beyaz” sprinter. Devamlı ten rengi üzerinden konuşmak beni de geriyor ama gerçekler ve Lemaitre’ın başarısının önemini aktarmanın tek yolu bu.

Türkiye adına yarışan Elvan Abeylegesse 10 bin metrede harika bir yarışın ardından şampiyon oldu. Bugün de 5 bin metrede final için yarışacak. 400 metre erkeklerde Kevin Borlee, kadınlarda Tatyana Firova, 100 metre kadınlarda Verena Sailer, 800 metrede Mariya Savinova pist yarışlarında altın madalyaya ulaşan diğer önemli isimler.

SAHA YARIŞLARINDAKİ ÖNLENEMEZ DÜŞÜŞ

Esas gelmek istediğim alan “saha” yarışları. Zira sporun, atletizmin her alanında dereceler ileriye gider ve rekorlar kırılırken gerilemenin yaşandığı tek alan burası. Kadınlar uzun atlamada Ineta Radevica, gülle atmada Nadzeya Astepchuk, disk atmada Sandra Perkovic, Erkekler üç adım atlamada Philips Idowu, yüksek atlamada Alexander Shustov, çekiç atmada Libor Charfreitag gibi isimler altın madalyaya uzandı ama ne bir rekor kırıldı ne de eski derecelere yaklaşılabildi.

Eskiden kastım ekseriyetle 90 öncesi çünkü rekorların çoğu dönemin Sovyet ve Doğu Alman sporcularına ait. Batılı kaynaklar bu durumu “Sovyetler doping yapıyordu” diye açıklamayı sever fakat o zaman uzun atlamada ABD’li Mike Powell’ın, üç adım atlamada Britanyalı Jonathan Edwards’ın ve gülle atmada yine ABD’li Randy Barnes’ın rekorlarının yanına dahi yaklaşılamamasını nasıl açıklayacağız?

İşin özü farklı. 80’lerde spor dünyasının hızla ticarileşmesiyle birlikte atletizmde de ilgi saha yarışlarından pist yarışlarına kaydı. Pist yarışları özellikle de sprint yarışları daha büyük albenisi, reytingi olan müsabakalar. Dolayısıyla yetenekli atletler daha çok bu alanlara yöneldi, yöneltildi. Sporun sosyal yaşamda büyük bir öneme sahip olduğu Sovyetler’in yıkılmasından sonra da halefleri olan kapitalist devletler mevcut geleneğe rağmen spora eskisi kadar yatırım yapmadılar. Çünkü yeni dünyalarında insanların ticari getirileri kısıtlı gülle atma, disk atma gibi yarışlara olan ilgisi azalmıştı. Sovyetler’de bu tip ticari kaygılar olmadığı ve sporun algılanışı çok farklı olduğu için böyle bir sorun mevcut değildi.

SOVYETLER’İN ÖNEMİ

Sovyet spor teorisyenlerinden Profesör N. I Ponomaryov, sporu en önemli işlevi sosyalleşme olan toplumsal bir kurum olarak tanımlar. Bu aynı zamanda devletin de görüşünü yansıtmaktaydı. Ponomaryov’a göre Sovyetler’de spor, bireyin uyumlu bir kişilik kazanarak topluma entegre olmasını politik, ahlaki, zihinsel ve estetik bir eğitimle sağlayan, uluslararası ilişkileri geliştiren ve bu yolla barış ve kardeşliği tesis etme amacını güden bir fiziksel eğitim ve kültür aracıdır.

İnsanlar zenginlik ya da bireysel şöhret için değil ama gerçekten sporcu olmak için mücadele ederken gülle atmanın da, uzun atlamanın da, disk atmanın da bir kıymet-i harbiyesi vardı. Günümüzdeyse bu alanlarda geçmişin kaliteli atletlerine yaklaşabilen isimlerin tek tük çıktığını (Yelena Isinbayeva, Blanka Vlasic) görüyoruz. Yeni rekorlar yok denecek kadar az. Sırıkla atlamada Isinbayeva’nın rekorlarından sonra yüksek atlamada Blanka Vlasic rekor kırmaya yaklaşan son isimdi.

Kısacası etnosantrik Batı dünyası, pist yarışlarında yeni rekorların çıkmamasını Sovyetler’in keşfedilemeyen(!) dopinglerine değil de kendi pompaladığı spor endüstrisinin monotonluğuna bağlasa daha gerçekçi bir yaklaşım edinmiş olur. Saha yarışları atletizmin gözbebeğiydi, spor sporken… Şimdilerdeyse birçok alan en az antik Yunan heykeltıraş Myron’un meşhur eseri Discobolus kadar “antik”.