Saturday, January 30, 2010

"Muz balığı için mükemmel bir gün"

BU YAZI İLK OLARAK 31.01.2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Transfer ve borç şampiyonu Galatasaray’ın tahtırevandan inmeye niyeti yok. Baros, Kewell, Meira, Leo Franco, Rijkaard, Keita, Elano, Jo, Giovani, Neill. Son 2 senede en azından ölü sezonun kralı Haldun Üstünel pardon Galatasaray. Forsumuz gıcır, keyfimiz keka! Bir de içmeye ayran bulabilsek!

Okulda da hep yaptığımız gibi ekonomiye, edebiyata girmeden, önceliği beden eğitimine verelim. Jo, Giovani, Neill geldi. Nonda, Linderoth gönderildi. Gidenlerin maalesef vakti gelmişti, gelen 3 futbolcununsa en klişe tabirle “kumaşı iyi.”

Jo-Gio-Neill

Jo, ortamını bulursa değil Gakatasaray’da dünyanın bütün takımlarında iş yapabilecek yetenekte bir santrfor ama Avrupa Kupası maçlarında oynayamayacak olması büyük soru işareti. Kewell ve Baros sakat, e Nonda da gönderildi. Bu demek oluyor ki Galatasaray, Atletico Madrid’e karşı santrforsuz bir 4-6-0’la tur arayacak(Tabii bir son dakika transferi gerçekleşmezse).

Gelelim Giovani’ye… Gio, Barcelona ve Meksika genç milli takımında ilk çıkış yaptığında sahip olduğu fiziksel yeteneklerin üst düzey bir yıldız olmasını engelleyeceğini düşünenlerdendim. Geride kalan seneler bu görüşün haklılığını ortaya koydu. Ha bu Gio’nun gelip Galatasaray’da döktürmeyeceği anlamına gelmez. Nihayetinde burası Türkiye, etimiz belli budumuz belli. Takımdaki yetenekleri hücum oyuncularına bir yenisi daha eklendi. Rijkaard, Gio’yu 2 çapanın önünde ofansif olarak oynatacaktır.

Lucas Neill’sa Rijkaard ve Neeskens’in ta Barcelona günlerinden bu yana takip ettiği bir isim. Medyada çok bilen yorumcularımızın hiç izlemediklerini itiraf ettikleri bir futbolcu hakkında kestikleri ahkâmlar deyim yerindeyse trajikomik. Avustralyalı defans oyuncusu hem stoper hem de sağ bek olarak oynayabiliyor. Galatasaray’ın savunma derinliğine çok büyük katkıda bulunacaktır. Üstelik taraftarın taptığı Harry Kewell’ın da yakın arkadaşı olması artılar hanesine yazılabilecek bir puan.
Şimdilik kafalardaki en büyük soru işareti tamamı yabancılardan oluşan hücum hattının birbirine nasıl uyum sağlayacağı ve Arda Turan santrfor olarak sahaya çıkarken Atletico Madrid’in nasıl ekarte edileceği?

Muz balıkları

Sempatizanı olduğu takımın altına girdiği borçlara endişelenecek kadar toz pembe bir hayatım yok. 250 milyon dolar(yoksa avro muydu) borç varmış da ona bir 20 daha eklenmiş. Buna cevabım kısa ve nettir: Bana ne! Borcu tasarrufla ya da daha fazla krediyle idare etmek sonuçları itibariyle birbirinden pek de ayrılmayan iki ekonomik yöntemden ibarettir. Son küresel krizden sonra ikinci yönteme biraz çekinceyle yaklaşıldığı söylenebilir, tabii olaya orta sınıfın gözünden bakıyorsanız. Gerçek şu ki bulunduğu piyasanın tepesinde olanlar aşağıdakileri yatırımlarını küçültmeye ikna ettiler. “Alıp-verip ekonomiye can versinler” kâfi. Oysa kendilerinin bu krize verdikleri yanıt daha çok yatırım, daha acımasız tenkisat, gerekirse daha düşük faizli daha çok borç. ABD’nin Afganistan atağını, Real Madrid’in transfer çılgınlıklarını, Arap sermayesinin durmak bilmeyen yatırımlarını başka türlü açıklamanın bir yolunu bilen varsa bana da öğretsin.

Galatasaray’ın durumu da benzer. Sonuçta meydanda hayali ya da nakdi bir para olmasa ne Rijkaard, ne Keita, ne Elano, Haldun Üstünel’in kara kaşının, uzun saçının hatırına gelmezdi buralara kadar. Galatasaray’ın kurmayları krizden tüketerek ve müşterilerini tüketime ikna ederek çıkacağına inanıyor. Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz ABD’li yazar J.D Salinger’in bir öyküsünde dediği gibi muz dolu bir delikten içeri girmiş balıkları andırıyoruz. Karşımıza çıkan muzları yedikçe deliğe daha da saplanıyoruz, yedikçe saplanıyoruz, yedikçe batıyoruz, yedikçe şişiyoruz. “Neden mi? Çünkü öyle muz balıkları bilirim ki, bir kez delikten içeri girdikten sonra yetmiş sekiz muz yediler, ondan!” Sonumuz, 78 muz yiyerek ihya olacağına inanan balıkların sonuna benzemez umarım. Sempatizanı olduğum takım adına endişelenmem diyorsam o kadar da değil. İlk aşktır nihayetinde.

Muz hastalığı esasında hepimizin hastalığıdır. Salinger, kapitalizmin kısır döngüsünü ve 50’lerde iyice palazlanmaya başlayan tüketim çılgınlığını “Muz Balığı için mükemmel bir gün” öyküsüyle teşhis eder ve betimlerken her büyük yazar gibi zamansız ve mekânsız olmayı başarabiliyordu. Bu yüzden bir futbol yazısını yazarken dahi Salinger’dan ilham alabiliyoruz. Nur içinde yatsın!

No comments: