Wednesday, September 9, 2009

Tenis ve cinsiyetçilik

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor dünyasında maddi zenginlik ve saha içi kazancın her tür kolektif sorumluluğun önünde yer aldığını söylemek artık marifet değil. Marifet; kapitalist düzenin bir yansıması olan bu sonucun hangi yollarla kendini kabul ettirdiğini ve çarkları nasıl işlettiğini teşhir etmekte. Nasıl ki sistem, günlük hayatımıza milliyetçilik, sınıfsal ayrımcılık ve cinsiyetçilik gibi sorunları sokuyor ve onları normalleştiriyorsa aynısı spor dünyası için de geçerli.

Tenis kortlarında cinsiyetçilik artık öylesine ayyuka çıktı ki üst düzey yetkililer dâhi bunu itiraf etmekten çekinmiyor. Bu sebepten, tenis dünyasının en prestijli grand slam’i Wimbledon’ın üst düzey yetkililerinden Johnny Perkins, televizyon yayınları ve kortların seçimi konularında atletlerin fiziksel görünüşünün bir faktör olduğunu kabul ettiğinde kimse buna şaşırmadı. Yanlış okumadınız; tenisin en yüce makamı açık açık cinsiyetçi bir tutum sergilediklerini belirtiyor ve kimseden adamakıllı bir tepki işitmiyor. Dahası ESPN’den L.Z Granderson gibi gay bir gazeteci (yani cinsiyetçiliğe en çok karşı çıkması gereken isim) çıkıp “bunda kötü bir niyet göremiyorum” diyebiliyor. Bu bir Kürt’ün “Türkiye Türklerindir” ibaresini zararsız bulması ya da bir işçinin sigortasız da olsa 3 kuruşa çalıştırılmayı şükranla karşılaması gibi sakat bir durum. Fakat maalesef sistemin istediği de bu. Alenen haksız ve piyasa çıkarına olan tüm tutumları (ki burjuva demokrasisi yola eşitlik-kardeşlik-özgürlük diye çıkmıştı!!!) normalize etmek ve kabul görmesini sağlamak.

Cinsiyetçiliğin böylesi bir aşamaya eriştiği kadın tenisinde bugünün milyon dolarlık sorusu şu: Kadın tenisi mi seks satıyor yoksa seks mi kadın tenisini satıyor? Kulağa yumurta-tavuk hikâyesi gibi gelebilir. Hakikaten de öyle. Günümüz spor dünyasında akademik çevrelerce de kabul gören bir gerçek vardır. Sporu kârlı kılmakla görevli olan aygıtların önceliğinde fanatik taraftarlar ve sadık sporseverler değil, “gündelik” ya da “rastgele” olarak adlandırılan medya tüketicisi tipi vardır. Sadık sporseverleri memnun etmek kolaydır çünkü onlar zaten oyunun aşığıdırlar ve ne olursa olsun sevdikleri sporu takip etmek için gazete, dergi, maç bileti, forma satın alacaklardır. Önemli olan “rastgele” izleyicileri cezbedebilmek. Bunun da yolu alanlarında başarılı olan ve belli fiziksel ve sosyal özellikleri barındıran sporcuları sistemin çıkarına uyacak şekilde sporcu kimliğinden çok ötelere taşımaktan geçer. Bunun için sistem sporculardan kahramanlar, insanüstü figürler, efsaneler ve seks objeleri yaratır. Ne yazık ki günümüzde seks objesine dönüştürülme işinin ana muhatabı da kadınlar tenisidir. (Hedef kitle orta sınıf hetero-erkekler olduğu için)

Wimbledon yetkilisi Johnny Perkins’in itirafı ışığında, devam etmekte olan Amerika Açık’ı analiz edecek olursak tenis sporunun ülkedeki geleneğe ve geçmişine aykırı bir tutumun sergilendiğini görebiliriz. Tenis, Amerikan spor sahalarındaki direnişin en önemli arenalarından biridir. Öyle ki bugün Amerika Açık kortlarına adını veren Billie Jean King teniste kadın ve lezbiyen hakları, Arthur Ashe ise siyâhi sporcuların hakları konusunda önemli çalışmalar yürütmüş ve kazanımlar elde etmişlerdir. 70’lerde söke söke alınan bu hakların devamı gelmediği gibi etkileri de korta isim vermekle sınırlı kalmış anlaşılan.

Amerika Açık Kadınlar’da çeyrek final mücadelesi dün başladı. Tüm bu gerçekler ışığında, Venus Williams, Maria Sharapova, Elena Dementieva, Ana Ivanovic, Jelena Jankovic, Nadia Petrova gibi Perkins’in deyimiyle “göze hoş gelen” favori atletleri eleyen sürpriz isimlerin ülkenin en büyük medya kuruluşu ESPN tarafından “gişe katilleri” başlığıyla duyurulması da sürpriz değil elbette.

Billie Jean King, Martina Navratilova, Arthur Ashe gibi asi figürlerle anmaktan hoşlandığımız tenis dünyasının bugün sporda cinsiyetçiliğin kalesine dönüştüğünü görmek üzücü. Fakat asıl tedirgin edici olan Caster Semenya hadisesinde de gözlemlediğimiz gibi cinsiyetçiliğin tıpkı milliyetçilik ve sınıfsal ayrımcılık gibi gitgide normalleştirilmesi.

No comments: