Sunday, September 27, 2009

Spora Güz Geldi

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Güz pek karakterli mevsim; teşrif ettiğini ille de belli ediyor insana. Ben buradayım diyor, geldim diyor, ayağını denk al sana kötü haberlerim var diyor. Üstelik yaprakların sararması, bitkilerin ölmesi, havanın bozması kötü haberlerinin yanında pek bir masum kalıyorlar.

Benim güzüm salı günü teşrif etti. Sabah yazıyı Mehmet Özyazanlar’a göndermeye hazırlanırken “Acele etme” dedi Mehmet abi her zamanki kibarlığıyla. “Spor sayfası gazeteden kaldırıldı.” Mehmet abinin sükunetinden olsa gerek olayın vahametini hemen kavrayamadım. Öyle rahat söyledi ki sanırsınız 12 yıldır o sayfaya emek veren kendisi değil… Sonra sonra dank etti.

Sonuçta karar ekonomik. Zor günlerden geçildiği muhakkak, elbette sporsuz bir Evrensel’in ekonomik muhakemesini yapmıştır bu kararı verenler. Fakat bence epey yanılmış bulunmaktalar. Üstelik bu durumdan tek etkilenen gazetenin kendisi olmayacak. Evrensel’in muhalif sesinden yoksun kalan spor dünyası da bir sesini kaybetmiş bulunuyor.

Sporsuz bir Evrensel kulağa ne kadar kötü geliyorsa Evrensel’siz bir spor için de aynı şey geçerli.

Evrensel için yazdığım ilk yazıda bakın ne demişim: “Bir üstyapı kurumu olarak spor, bu kadar dallanıp budaklanmış ve egemenlerin mutlak kontrolüne girmişken ona, muhalif düşüncelerin sokulması ‘büyüklerin’ işine gelmez. Oysaki ilerici, devrimci fikirlerin hayatın ta kendisi olan sporda var olamaması için hiçbir sebep yoktur. Bu fikirlerin oluşması ve geliştirilmesinde en önemli rol ise spor gazetecilerine ve bağımsız medya organlarına düşmektedir. Winston Churchill’e atfedilen bir söz vardır: ‘Savaş generallere, ekonomi ise akademisyenlere bırakılmayacak kadar ciddi işlerdir.’ Spor dünyasını bugün ne savaşlardan, ne siyasetten, ne de ekonomiden (pardon üçü de aynı şeydi değil mi?) soyutlayabiliriz. Öyleyse ‘Spor gazeteciliği holding medyalarına bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir’ desek hiç de abartmış olmayız. Tarih, içinde yaşadığımız haksız düzene kafa tutan sayısız sporcuyla doluyken onların mücadelesini yazmak elbette spor gazetecilerine düşer. Oyuncakçı dükkânında değişim zamanıdır.”

Evrensel’siz bir spor, spor gibi devasa bir mücadele alanının holding medyalarına bırakılması demek.

Evrensel’siz bir spor, yüzde 90’ı hiçbir güvencesi olmadan, karın tokluğuna çalışan sporcularımızın 30 senedir esamisi okunmayan sendikal hakları uğruna seslerini duyurabilecekleri bir mecra bulamamaları demek.

Evrensel’siz bir spor, milliyetçiliğin, şovenizmin rahatça kol gezdiği bir spor medyası demek.

Evrensel’siz bir spor, sporda cinsiyetçiliğin, “galibiyete giden yolda her şey mubahtır” diyen Makyavelist anlayışın burjuva medyalarının öncülüğünde karşısında hiçbir ciddi muhalefet bulamadan yükselişi demek.

Evrensel’siz bir spor, bir üstyapı kurumu olarak sporun sermayenin vahşiliğine peşkeş çekilmesi, sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesine ses çıkaramamak, sporun sınıflılaştırılmasına seyirci kalmak demek…

Bugüne kadar yazılarımda hep yukarıda bahsettiğim sorunları temel aldım. Zira Evrensel Spor’un tavrı buydu. Mehmet Özyazanlar bana ilk kez Evrensel için yazmamı teklif ettiğinde uçarak kabul etmemin sebebi de buydu. Yine ilk yazımda yazdığım gibi “palto tutan değil kafa tutan” gazetecilerin arasında, her biri daha güzel, eşit ve özgür bir dünya için umutlanan okuyuculara yazmanın verdiği heyecandı bu. Başka hiçbir gazetede özgürce dile getiremeyeceğim konuları gündeme taşıyabilecek olmanın verdiği heyecan…

Maalesef artık spor Evrensel’siz kaldı. Sporun vicdanı, kardeşliği, eşitliği, emekçileri yara aldı. Demek bu kararı alanlar tüm bunları göze alabildiler, belki de hâlâ “futbol halkın afyonudur” diye düşünüyorlardır bilemiyorum…
Spora güz geldi artık, kar boran da yakındır.

Tuesday, September 22, 2009

Tayyip'in eli

BU YAZI EVRENSEL'E YAZILMIŞTI FAKAT GAZETENİN ANİ BİR KARARLA SPOR SAYFALARINI KALDIRMASINDAN SONRA BURAYA KISMET OLDU.

89’da Nonda’nın golü neleri değiştirdi neleri! Spor sayfalarının manşetlerini, köşe yazarlarının komplo teorileriyle dolu yazılarını, İlker Meral’in hakemlik kariyerini, lig liderini… Milletçe şark kurnazlarını severiz. “Çalıyor ama çalışıyor da” kamu görevlilerini değerlendirmede ilk koşulumuzdur. 80 sonrası yerleştirilen bir kültür müdür bilemiyorum ama üst düzeyde çalışan yetkililerin “çalma”, “torpil yapma”, “adam kayırma” gibi sahtekârlıkları Allah’ın emri olarak gerçekleştirebileceklerini kabullenmişizdir. “Benim memurum işini bilir” zihniyetinin bunda etkisi var elbette.

Bu sebeplerden İlker Meral’in Kasımpaşa-Galatasaray maçındaki şovu başladığında herkesin aklına tribündeki Tayyip Erdoğan’ın etkisi geldi. Açık konuşayım benim de zihnime düşen ilk manşet: “Tayyip’in Eli” idi. Elano’nun vuruşuna Ali Güneş’in yaptığı plonjon ve elle kurtarış o kadar aleniydi ki bunu görememek için ya ileri derecede miyop ya da çok kötü bir hakem olmak lazım. Diğer bir seçenek de üst düzey yetkililerin baskısı. Maradona, 86 Dünya Kupası’nda İngiltere’ye eliyle attığı golden sonra “o benim değil Tanrı’nın eli” demişti. Galatasaray, Pazartesi akşamki maçı kazanamasaydı Ali Güneş’in eli de “Tayyip’in Eli” olarak literatüre geçecekti.

Robot sporcular, müşteri seyirciler

Salı sabahı ajanslara ilginç bir haber düştü. İsviçre’nin önde gelen hakemlerinden Massimo Busacca, Baden-Young Boys maçında aleyhinde tezahürat yapan taraftarları aşağıladığı gerekçesiyle 3 maç cezaya çarptırıldı. Aşağılamaktan kasıt tribünlere orta parmak göstermek onu da belirtelim. Yetkililer, saha içi aktörlerin “müşterilerle” hiçbir olumsuz temasa girmemesini istiyor ve “müşteri her zaman haklıdır” söylemini sahalara yerleştirmeye çalışıyor. Fakat FIFA ve UEFA’nın futbolcu ve hakemlere robot, seyirciye ise müşteri muamelesi yapması epey can sıkar bir hâl almaya başladı. Müthiş baskı altında ve olağanüstü adrenalin dolu bir ortamda mücadele eden sporcu ve hakemlerin bir de “müşterilerin” aşağılama ve sataşmalarına kayıtsız kalabilmeleri ne kadar mümkün, ne kadar insan doğasına uygun? Eduardo Galeano’nun “Biz Hayır Diyoruz”’cu hayat felsefesini benimsediğim için sporcuyu ve hakemi robot, seyirciyi ise müşteriye çevirmek isteyen bu mekanik dayatmalara “Hayır” diyorum.

Gay, Gebrselassie, Semenya

Artık bu köşede bir klasik haline gelen atletizm haberlerini de sizinle paylaşarak yazımı sonlandıracağım. Usain Bolt’un amansız ama umutsuz takipçisi Tyson Gay, Şangay’da 9.69(tarihin en iyi ikinci derecesi) koşarak ne kadar kaliteli bir atlet olduğunu yeniden gösterdi. Usain Bolt gibi 9.60’ın altına inmesi şimdilik zor gözüküyor ama Gay’in bu inatçı performansları ve rekabeti Bolt’un da rahatını kaçıracak ve onu daha iyi dereceler üretmeye itecektir. Berlin’de ise maratonun efsane ismi 35 yaşındaki Haile Gebrselassie, rekor kıramadı belki ama 2:06:08’lik derecesiyle birinciliği elde etti.

Son olarak Türkiye’deki yaygın basında Caster Semenya hadisesini eleştirel bir gözle işleyen tek yayının Evrensel olduğunu belirtmek lazım. Bunu olumlu mu telakki edersiniz olumsuz mu bilemiyorum ama ana akım medyada(başta Ntvspor) özellikle Güney Afrikalı yetkililerden gelen “test sonuçlarını Semenya’dan sakladık, onun çift cinsiyetli olduğunu biliyorduk” itirafından sonra “Oh işte pis çift cinsiyetli, gerçekler ortaya çıktı” gibi bir tavır oluştu. Oysa elitlerin kafasıyla düşünen kukla habercilerin anlamadıkları şey şu: Semenya’nın çift cinsiyetli olup olmaması bu konunun muhaliflerinin hiçbir zaman umrunda olmadı. Bizlerin karşı çıktığı şey bu kıza dayatılan cinsiyet testi, erkeğin kadına karşı sahip olduğu iddia edilen “fiziksel avantajların” cinsiyetçi yeniden üretimi ve Semenya’nın ve benzer tüm atletlerin elinden alınmaya çalışılan spor yapma hakkıdır. Spora, resmi ağızlardan değil muhalif yüreklerden bakmayı öğrendiğiniz zaman bu farkı siz de anlayacaksınız.

Wednesday, September 16, 2009

'Kahrolsun İstanbul Belediyesi!'

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor sahaları hareketli bir haftayı geride bıraktı. Futbolda önce milli maç arkasından derbi heyecanı, teniste Amerika Açık, basketbolda Avrupa Şampiyonası ve Selanik’te düzenlenen atletizm finalleri sporseverlere dolu dolu bir hafta yaşattı. Bunca güzel heyecanın yanında saha dışı çirkinlikler de mevcuttu ne yazık ki.

BARBAR SPOR ELİTİ SEMENYA’YA KARŞI

Dünya Atletizm Federasyonu’nun nezdinde faşist bir baskı örgütü olarak karanlık yüzünü gösteren spor eliti amacına ulaşmak üzere. Caster Semenya’ya dayatılan cinsiyet testi sonucunda Güney Afrikalı atletin “hermafrodit” yani çift cinsiyetli olduğu raporu basına sızdırıldı. İddialara göre Semenya’nın vücudunda kadın yumurtalığı yerine erkek yumurtalığı (iç organ olarak) var.

Şimdi bu light-Mengeleler, durumun Semenya’ya hormonsal bir katkı sağlayıp sağlamadığını tespit edecek. Kuşkusuz bu tavır IAAF’in nazarında “Erkeğin kadından fiziksel olarak daha güçlü” olduğunun da bir itirafı. Oysaki sosyal antropoloji derslerini can kulağıyla dinlemiş biri olarak birçok örnekle ileri sürebileceğim üzere erkeğe ve kadına toplumun biçtiği roller biyolojik olmaktan ziyade kültüreldir. 3 yaşındaki bir kız çocuğu dişi üreme organlarına sahip olduğu için değil ailesi öyle uygun gördüğü ve farkında olmadan dayattığı için Barbie’lerle oynar. Bunun tersi de elbette erkekler için geçerli. Kadınların avlandığı, erkeklerinse evde beklediği kimi ilkel kabilelere mi dönmek lazım bu ayrımcı önyargıları aşabilmek için?

Meramımı tam olarak açıklayabildiysem, Semenya hadisesiyle ilgili 2 hafta önce yazdığım yazıdan bir alıntı aktarmak istiyorum: “Düşünün bir kere, diyelim ki bu test sonucu Semenya’nın hermafrodit olduğu anlaşıldı ya da kromozomları XX değil de XY çıktı. Genç sporcu, sahtekâr bir dopingliymişçesine muamele görecek, madalyası ve profesyonel olarak spor yapma hakkı elinden alınacak ve 18 yıllık yaşamının tüm emekleri gasp edilecektir.”

18 yaşındaki gencecik bir kıza sırf şampiyon olduğu fakat bunu yaparken yeterince kadınsı olmadığı üstüne bir de siyahi ve Afrikalı olduğu için bir cinsiyet testi dayatıldı. Sonucunda şampiyon atlet sanki bir suçmuşçasına “hermafrodit” olarak damgalandı. Ötesi özel hayatına tecavüz edildi, kişilik hakları hiçe sayıldı ve şimdi de yoksul hayatının belki de tek oyuncağı olan spor yapma hakkı elinden alınmak üzere. İşte kapitalist kurumların “adaleti, eşitliği, özgürlüğü”... Umarım herkes şunun farkındadır ki Batı medyası ve IAAF tarafından çift cinsiyetli olarak tanılanan Caster Semenya’nın başını derde sokan şey sahip olduğu erkek yumurtalığı değil kadınlığıdır.

CLIJSTERS VE DEL POTRO İHTİLALİ

Derisinin rengi ve milliyeti itibariyle Caster Semenya’ya yaşatılan rezilliklere maruz kalmama şansına sahip olan Belçikalı Kim Clijsters ise 2 yıl aradan sonra anne olarak döndüğü tenis kortlarında fırtınalar estirdi. Venus Williams ve Serena Williams gibi iki devi eleyerek şampiyon olan 26 yaşındaki raket, 70’lerin efsane ismi Hollandalı Evonne Goolagong’dan sonra “anne” olarak Grand slam kazanan ilk bayan tenisçi olarak da tarihe adını yazdırdı. Turnuvanın favorisi Serena Williams ise Clijsters’a elenirken sinirlerine hâkim olamadı ve çizgi hakemini ağzına raket sokmakla tehdit etti. Yanlıştı elbette, yakışmadı kendisine. İnsanın aklınaysa şu soru geliyor: Serena’nın ne kadar yapılı, kuvvetli ve atletik bir hatun olduğu malum. Eğer ABD değil de bir Afrika ülkesinin vatandaşı olsa şimdiye kadar kendisine kaç kere cinsiyet testi dayatılırdı?

Erkeklerde ise perdede Arjantinli Juan Martin Del Potro’nun tek kişilik ihtilali vardı. Yarı finalde Rafael Nadal’ı, finalde de Roger Federer’i deviren 21 yaşındaki genç yıldız soğukkanlılığı, korkutucu fiziği ve oyun tarzıyla unutulmaz Çek raket (o zamanlar Çekoslovakya’ydı) Ivan Lendl’ı fena halde andırıyor. Hele ki running-forehand’leri (koşarak yapılan elönü vuruşu) Lendl’ın karbon kopyası gibi. Del Potro, bu şampiyonlukla Federer’in 5 yıllık Amerika Açık hegemonyasına da son vermiş oldu.

Son olarak biraz da Galatasaray-Beşiktaş derbisinden bahsetmek isterdim. Tabii, İbrahim Altınsay’ın dediği gibi derbi fare doğurmamış olsa bahsedecek çok şey olurdu. Tribündeydim ve rahatlıkla söyleyebilirim ki karşılaşmanın en güzel anı maç öncesi saygı duruşunu militarizm şovuna çeviren tribünlere inat bir kısım Beşiktaş taraftarının “Kahrolsun İstanbul Belediyesi” diyerek bağırmasıydı. Sel felaketinde ve dağlarda emekçiler, emekçi çocukları ufak bir azınlığın kirli oyunlarına, para hırsına, siyasetine kurban edilirken böylesi bir kontra ses duymak acımızı hafifletmedi belki ama dudaklarımıza ufak da olsa bir tebessüm kondurdu. (Beşiktaş tribünlerinin Metin Oktay ve Ali Sami Yen’e küfrettikleri de söylendi. Maç heyecanından olsa gerek duymadım. Eğer doğruysa bu güzel protestolarını da anlamsızlaştırmışlar demektir.)

Wednesday, September 9, 2009

Menotti-Blazevic vs Bilardo-Terim





23.5 yıllık yaşamıma dair doğru dürüst anımsadığım ilk anılar futbola aittir. Yani uzun süreli ve sadık bir futbol izleyicisiyim. Ve tüm tecrübelerime dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki bu akşamki Bosna Hersek-Türkiye maçı hayatımda izlediğim en garip, en kaotik, en sistem dışı karşılaşmaydı. Özellikle Türkiye açısından...

Bir ara tribünde olup Terim'in takımının sahaya nasıl dizildiğini gözlemlemek istedim çünkü öylesine dağınık bir görüntü vardı ki kimin ne oynadığı anlaşılamıyordu. Arkadiev'in Dinamo Moskova'sı gibi rakibi sıkıntıya sokan ve olumlu işler üreten organize bir düzensizlik silsilesinden söz etmiyorum. Tamamen sistemsizlik, başıboşluk ve konsantrasyonsuzluktan kaynaklanan bir futbol keşmekeşi icra etti bugün Türkiye tarafı. Oysa ki bunun olmaması için tüm şartlar mevcuttu. Maçın başında gol bulunmuş, rakip istenilen kıvama getirilmişti. Ne zaman ki Terim kenarda hakem dahil herkesi irrite eden stresli tavırlarını sergilemeye başladı, takım da o andan itibaren düşmeler gözlendi. Yenilen golden sonra artık bir Fatih Terim klasiği olarak hakemin üzerine çullanması ve tribüne yollanması da bu duruma tuz biber ekti.

Kenarda Terim bu anlaşılması güç haleti ruhiyeyi yansıtırken kameralara Blazevic'in dudaklara tebessüm konduran kareleri yansıyordu. Boşnak asıllı Hırvat teknik adam, senelerdir bir türlü vazgeçemediği sigarasını kulübede tüttüredursun benim aklıma da direk Arjantinli meslektaşı Cesar Luis Menotti geldi. Eee, rakibi de Fatih Terim olunca bir Menotti/Bilardo benzetmesi yapmak kaçınılmazdı tabii.

Arjantin, 78'de Menotti ve 86'da Bilardo'yla olmak üzere iki dünya kupası kazanmıştır. Bu 2 şampiyonluk da kısmen hileyle elde edilmiştir. 78'deki Arjantin takımı, askeri cuntanın desteği ve gölgesi altında maç satın almaları ve dopingli oyuncularıyla meşhurdu. 6-0 kazanılan Peru karşılaşması Dünya Kupaları tarihinin şike yapılan ilk maçı olarak gayrı resmi tarihe geçmiştir.

Cunta desteğiyle kazanılan dünya kupasından utandığı için midir nedir bilinmez, dilinden düşürmediği sol söylemler ve ağzından eksik olmayan sigarası Menotti'nin en önemli özellikleriydi. Bir diğer özelliği de Carlos Bilardo'yu sağ-futbolun tipik bir temsilcisi olarak görmesi ve 86-90 Dünya kupalarında 2 final oynayıp birini kazanan sıkıcı ama Maradonalı Arjantin takımını ülke futbolu için bir utanç olarak nitelemesiydi.

Hakikaten de Menotti neyse Bilardo tam tersidir. Menotti hücum futbolu demektir, Bilardo savunma. Menotti için futbol bir felsefedir ve her zaman için özgürlüğü yansıtmalıdır, bu sebepten de: "Güzel futbol oynayan takım stadları her zaman doldurur." der. Bilardo'ya göreyse "futbol, futboldur ve sadece kazanmak önemlidir." Menotti kendisine göre ısrarla "solcudur", Bilardo ise bu toplara girmeyecek kadar apolitik bir muhafazakar.

Menotti de Blazevic de birer futbol gezginiydi. Buna karşılık Bilardo ile Terim daha tutucu ve sadık bir görüntütedirler. Bilardo ile Terim kazanmak için her yolun mübah olduğuna inanırlar; kariyerleri Menotti'den de Blazevic'ten de daha başarılıdır. Menotti ile Blazevic saha içindeki streslerini ardı ardına yaktıkları sigaralarla söndürmeye çalışırlar. Terim ve Bilardo ise işler kötü gitmeye başlayınca öğrencilerini "rakip oyuncuları tekmeleyin"(bkz. Türkiye-İsviçre maçı) talimatlarıyla hizaya sokarlar.

Bu akşam oynanan "garip" Bosna Hersek-Türkiye maçını bu zoraki benzetmelerim ve Blazevic'in ağzındaki sigarayla hatırlayacağım. Çok değişik bir futbol akşamıydı, Bosna Hersek'e dünya kupasında başarılar. 9 Eylül 2009, 17 senelik bu genç ve kısmetsiz ülkenin en mutlu günlerinden biri olarak tarihe geçecektir.

Tenis ve cinsiyetçilik

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor dünyasında maddi zenginlik ve saha içi kazancın her tür kolektif sorumluluğun önünde yer aldığını söylemek artık marifet değil. Marifet; kapitalist düzenin bir yansıması olan bu sonucun hangi yollarla kendini kabul ettirdiğini ve çarkları nasıl işlettiğini teşhir etmekte. Nasıl ki sistem, günlük hayatımıza milliyetçilik, sınıfsal ayrımcılık ve cinsiyetçilik gibi sorunları sokuyor ve onları normalleştiriyorsa aynısı spor dünyası için de geçerli.

Tenis kortlarında cinsiyetçilik artık öylesine ayyuka çıktı ki üst düzey yetkililer dâhi bunu itiraf etmekten çekinmiyor. Bu sebepten, tenis dünyasının en prestijli grand slam’i Wimbledon’ın üst düzey yetkililerinden Johnny Perkins, televizyon yayınları ve kortların seçimi konularında atletlerin fiziksel görünüşünün bir faktör olduğunu kabul ettiğinde kimse buna şaşırmadı. Yanlış okumadınız; tenisin en yüce makamı açık açık cinsiyetçi bir tutum sergilediklerini belirtiyor ve kimseden adamakıllı bir tepki işitmiyor. Dahası ESPN’den L.Z Granderson gibi gay bir gazeteci (yani cinsiyetçiliğe en çok karşı çıkması gereken isim) çıkıp “bunda kötü bir niyet göremiyorum” diyebiliyor. Bu bir Kürt’ün “Türkiye Türklerindir” ibaresini zararsız bulması ya da bir işçinin sigortasız da olsa 3 kuruşa çalıştırılmayı şükranla karşılaması gibi sakat bir durum. Fakat maalesef sistemin istediği de bu. Alenen haksız ve piyasa çıkarına olan tüm tutumları (ki burjuva demokrasisi yola eşitlik-kardeşlik-özgürlük diye çıkmıştı!!!) normalize etmek ve kabul görmesini sağlamak.

Cinsiyetçiliğin böylesi bir aşamaya eriştiği kadın tenisinde bugünün milyon dolarlık sorusu şu: Kadın tenisi mi seks satıyor yoksa seks mi kadın tenisini satıyor? Kulağa yumurta-tavuk hikâyesi gibi gelebilir. Hakikaten de öyle. Günümüz spor dünyasında akademik çevrelerce de kabul gören bir gerçek vardır. Sporu kârlı kılmakla görevli olan aygıtların önceliğinde fanatik taraftarlar ve sadık sporseverler değil, “gündelik” ya da “rastgele” olarak adlandırılan medya tüketicisi tipi vardır. Sadık sporseverleri memnun etmek kolaydır çünkü onlar zaten oyunun aşığıdırlar ve ne olursa olsun sevdikleri sporu takip etmek için gazete, dergi, maç bileti, forma satın alacaklardır. Önemli olan “rastgele” izleyicileri cezbedebilmek. Bunun da yolu alanlarında başarılı olan ve belli fiziksel ve sosyal özellikleri barındıran sporcuları sistemin çıkarına uyacak şekilde sporcu kimliğinden çok ötelere taşımaktan geçer. Bunun için sistem sporculardan kahramanlar, insanüstü figürler, efsaneler ve seks objeleri yaratır. Ne yazık ki günümüzde seks objesine dönüştürülme işinin ana muhatabı da kadınlar tenisidir. (Hedef kitle orta sınıf hetero-erkekler olduğu için)

Wimbledon yetkilisi Johnny Perkins’in itirafı ışığında, devam etmekte olan Amerika Açık’ı analiz edecek olursak tenis sporunun ülkedeki geleneğe ve geçmişine aykırı bir tutumun sergilendiğini görebiliriz. Tenis, Amerikan spor sahalarındaki direnişin en önemli arenalarından biridir. Öyle ki bugün Amerika Açık kortlarına adını veren Billie Jean King teniste kadın ve lezbiyen hakları, Arthur Ashe ise siyâhi sporcuların hakları konusunda önemli çalışmalar yürütmüş ve kazanımlar elde etmişlerdir. 70’lerde söke söke alınan bu hakların devamı gelmediği gibi etkileri de korta isim vermekle sınırlı kalmış anlaşılan.

Amerika Açık Kadınlar’da çeyrek final mücadelesi dün başladı. Tüm bu gerçekler ışığında, Venus Williams, Maria Sharapova, Elena Dementieva, Ana Ivanovic, Jelena Jankovic, Nadia Petrova gibi Perkins’in deyimiyle “göze hoş gelen” favori atletleri eleyen sürpriz isimlerin ülkenin en büyük medya kuruluşu ESPN tarafından “gişe katilleri” başlığıyla duyurulması da sürpriz değil elbette.

Billie Jean King, Martina Navratilova, Arthur Ashe gibi asi figürlerle anmaktan hoşlandığımız tenis dünyasının bugün sporda cinsiyetçiliğin kalesine dönüştüğünü görmek üzücü. Fakat asıl tedirgin edici olan Caster Semenya hadisesinde de gözlemlediğimiz gibi cinsiyetçiliğin tıpkı milliyetçilik ve sınıfsal ayrımcılık gibi gitgide normalleştirilmesi.

Saturday, September 5, 2009

Van Basten misin be Kaladze!




Son haftalarda jenerikleri kendi kalesine atılan harika goller süslüyor. Abu Diaby'nin Arsenal-Manchester United mücadelesine damgasını vuran enfes(!) kendi kalesine golden sonra yeni eğlencemiz bu gece attığı 2 ters golle Kakha Kaladze.

Bir oyuncunun kendi kalesine gol atması futbolun paralel evreni normal hayatta kalabalık içerisinde yürüyen bir insanın aniden düşüşüne denk geliyor. İkisi de alabildiğine istem dışı, komik, utanç verici ve ilerisi için unutulmaz bir hatıra demek.

Beşiktaşlı Recep Çetin'in Malmö maçında kendi kalesine attığı enfes golü, pozisyon anında spikerin tepkisine kadar ezbere hatırlıyoruz. "Receeeep ve inanılmaz bir pozisyon!" Levent Özçelik insan değil TRT spikeri olduğu için eksik söylemiş; inanılmaz bir pozisyon değil, inanılmaz komik bir pozisyon.

Gelelim Kaladze'ye.

Öncelikle bu akşamki marifetleri!

Dakika 57!

Dakika 67!

Allah'ı var güzel goller. 10 dakika arayla atılmaları olayı daha da ilginç ve dolayısıyla komik kılıyor. Neyse ki gollerin bu denli güzel olması beraberinde "bilerek attı" şüphelerini de kaldırıyor. Eee, kendi kalesine gol atmanın da böyle bir dinamiği var işte.

Guardian'ın Fiver ekibi Pazartesi'ne ayrıntılı ve eğlenceli bir liste çıkarır ama ben yakın tarihten aklımda kalan birkaç "ters golü" ve bahtsız adamı sizlerle paylaşayım dedim. Kriter olarak da bir maçta birden fazla kendi kalesine gol atma becerisini gösteren sakarları seçtim.

Jamie Carragher: Kop'un sevgilisi tecrübeli defans oyuncusunun 13 yıllık kariyerine sığdırdığı tam 6 kendi kalesine gol var ki bunların 2'si 1999'daki 3-2 kaybedilen Manchester United maçında geldi. Bu kadar sakar olup bu kadar sevilmek de ancak Carragher'a has bir özellik olsa gerek.

Stan Van Den Buys: Belçikalı bu arkadaşı "Futbolun Beceriksizleri Ansiklopedisi" sayesinde tanıyorum. Kendi kalesine hat trick yapabilme becerisini göstermiş nadide stoperlerden kendisi. Efsane performansı ise 1985'teki 2-3'lük Germinal Beerschot-Anderlecht maçında gelmiş.

Bizim ligimizden Emre Toraman geçtiğimiz sezonki Eskişehir-Bursa maçında attığı 2 ters ve hakikaten güzel golle Es-Es'lere maçı kaybettirmişti.

Pazartesi Guardian hayli eğlenceli olacak. Kaladze'ye takılacak lakapları merak ediyorum. Benim önerim "Van Basten". Hatta Öztürk Pekin'in sesiyle "Van Basten misin be Kaladze?"

Wednesday, September 2, 2009

'Allah'ına kurban' Demirspor

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

“Bir ufka vardık ki artık/Yalnız değiliz sevgilim/Gerçi gece uzun, gece karanlık/Ama bütün korkulardan uzak/Bir sevdadır böylesine yaşamak/Tek başına/Ölüme bir soluk kala/Tek başına/Zindanda yatarken bile/Asla yalnız kalmamak…”

Adana Demirspor-Livorno maçının kesinleştiği haberi ajanslara düştüğünde aklıma direkt Ahmed Arif’in “Yalnız Değiliz” şiiri geldi. Livorno nere, Adana nere! İtalya’da sezon başlamış, Akdeniz’in en doğusundaki bir 3. lig takımından hazırlık maçı teklifi geliyor ve siz bunu kabul ediyorsunuz. “Endüstriyel futbol” (inanın en çok ben bıktım bu tabirden) normlarına göre bayağı anormal bir durum. Eh, bu camiaları da anormal oldukları için sevmiyor muyuz zaten?

Yalnız değiliz biliyoruz. Adalete, özgürlüğe, emeğe olan saygının kardeş eylediği bu iki camianın 4 Eylül günü dosta düşmana vereceği mesaj bu olacaktır. Bu haksız düzen devam ettiği sürece bir yerlerde “Hayır” diyebilen yürekli, güzel insanlar var olacaktır. Bunca hayal kırıklığına rağmen bizleri umutlu kılabilen de zaten bu değil midir? Şairin dediği gibi bir sevdadır böylesine yaşamak!

Bir başka sevda da Demirspor’dur, Adanalıların gönlünde.

Kim ne derse desin Adana dünyanın en ilginç memleketlerinden biridir. Nev-i şahsına münhasır sıfatını anlamsızlaştıracak kadar çok nev-i şahsına münhasır adama ev sahipliği yapar Çukurova’nın bu sıcak kenti. Bir karakteristiği vardır. İyi ya da kötü bir duruşu yansıtır. Canlı olduğunu hissedersiniz. Sayısız romana, şiire, türküye mekân olmuştur. Bir o kadar da sanatçı, sporcu yetiştirmiştir. İşte Demirspor bu yaşayan hiperaktif organizmanın spor sahalarındaki yansımasıdır.

Türkiye gibi solun çok zayıf kaldığı ve her saniye müthiş bir milliyetçilik bombardımanının altında yaşadığımız bir toplumda koca bir şehre mal olmuş bir kulübe “solcu” demek pek de gerçekçi değil. Bu açıdan bakıldığında Demirspor’u bir Livorno, bir St.Pauli olarak düşünmek iyimserlik olur. Livorno kentinin sahip olduğu sol gelenek Adana’da elbette mevcut değil. Fakat şunu söyleyebiliriz ki Yaşar Kemal, Yılmaz Güney gibi efsanelerin kente aşıladığı sol eğilim, “Şimşekler” tarafından Demirspor tribünlerinde devam ettirilmektedir. Adana gibi büyük bir kentin çoğunluğu tarafından desteklenen bir kulübün kendisini işçi sınıfının takımı olarak adlandırması ve tüm stada hâkim olan tribünlerinin ‘solcu’ bir duruş sergilemesi az şey midir? Türkiye’de böyle kaç camia var?

Solcu dediysek onu da kendi karakteristiğine uydurmayı bilir Adanalılar. Her şeyi olduğu gibi solculuklarını da kendi meşreplerince yaşarlar. Bu sebepten sinirlenip de herkese sövmeye başladıklarında, ya da kavga çıkardıklarında onları hoş görmek en doğrusu olacaktır.

Sözü yine Ahmed Arif’e ve “Yalnız Değiliz” şiirine bırakacak olursak: “… Külhan, kavgacıdır delikanlısı/Ünlü mahpushanelerinde Anadolumun/En çok Çukurovalılar mahpustur/Dostuna yarasını gösterir gibi/Bir salkım söğüde su verir gibi/Öyle içten öyle derin/Türkü söylemek, küfretmek/Çukurova yiğidine mahsustur.”

4 Eylül günü Adana 5 Ocak Stadyumu’nda sezonun en önemli maçı oynanacak. Spor kulüplerinin sahaya “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” gibi pankartlarla çıktığı 1930’lar İtalyası ya da Almanyası’nı (ya da Türkiyesi) andıran bir ortamda böyle bir güzelliği yaşatan, bize yalnız olmadığımızı hissettiren Demirspor ve Livorno camialarına sonsuz teşekkürler.

Senelerdir tribünlerinde asılı pankartın dediği gibi: Allah’ına kurban Demirspor!

Not 1: Muharrem Gülergin’siz bir Demirspor yazısı eksik oldu elbette ama zaten Gülergin’i kısaca anmakla yetinmek olmazdı, ona koca bir köşeyi ayırmak gerek.
Not 2: Bu satırların yazarı Mersinlidir.