Wednesday, July 8, 2009

Wimbledon'ın ardından

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Bismillah demeden önce, Wimbledon keyfimizin içine ettiği için CNN Türk’e ve Doğan Grubu’na sevgilerimizi iletelim. Zaten pek bir sevişirdik kendileriyle, bu da kreması oldu. Hayır, doğru dürüst yayınlamayacağınız maç yayınlarını neden satın alırsınız ki? Senelerdir aynı sıkıntıları çekiyoruz. Çeyrek finale kadar olan maçların tamamını uydu üzerinden şifreli kanaldan yayınladı D-Spor ekibi. Final maçını dahi kablolu yayından takip edemeyen, şifre engeliyle karşılaşan onlarca insanın protestosunu bizzat ben işittim. Sporsever mağdur; Eurosport’u çok aradık.

Turnuvaya gelince 2 hafta önce ne yazdıysak hemen hemen hepsi gerçek oldu. Bayanlarda, formsuz üçlü Ana Ivanovic, Jelena Jankovic ve Maria Sharapova erken havlu atarken erkeklerde Novak Djokovic kötü gidişini burada da sürdürdü. Britanyalılar’ın umudu Andy Murray ise yarı finalde turnuvanın en güzel maçlarından birinde Birleşik Amerikalı adaşı Roddick’e kaybederek Ada’yı hayal kırıklığına uğrattı.

Kadınlar finali beklendiği gibi Serena Williams ve Venus Williams arasında oynandı. Abla Venus’un kendisinden beklenmeyecek derecede pasif ve çekingen oynadığı karşılaşmada Serena’nın gücü tüm kortu domine etti desek abartmış olmayız. Nihayetinde Amerikalı raket 10. grand slam şampiyonluğunu iki setlik kolay bir finalin ardından kazanarak adını Açık Tenis Tarihi’nin efsaneleri arasına yazdırdı.

Kadınlardaki tekdüzelik ve sürpriz eksikliği erkekler finalinde de devam etti. Evet, 4 saatten fazla süren ve son seti 16-14 biten, birçoklarına göre epik olarak nitelenen finalin bence hiçbir “epik” tarafı yoktu. Hele hele son 2 senedeki Nadal-Federer finallerinin yanına dahi yaklaşamayacak bir mücadeleydi. Andy Roddick kariyerinin en iyi maçlarından birini oynadı. Akıl almaz servis performansı çok küçük -ama kritik- anlar dışında hiç düşmedi. Hatta 2. setin tie-break’inde 6-2 öndeyken üst üste 6 puan kaybederek seti vermese belki de şimdi Federer’in ne kadar insanüstü olduğunu değil de Roddick’in tüm dünyayı nasıl şok ettiğini konuşuyor olacaktık. Roddick’in harika servis performansından bahsedip de Federer’i es geçmek olmaz. Tam 50 ace attı süper yıldız (Wimbledon rekoru 51’le Ivo Karlovic’e ait). 107 winner vuruşuna karşılıksa sadece 38 basit hata yaptı. Gerçekten Roddick’in de Federer’in de hücum performanslarına diyecek yoktu. Fakat savunmada aynı agresifliği gösteremediler ve rakibin hata yapmasını bekleyen oyunları maçın sonsuzluğa doğru uzamasına neden oldu. Neredeyse hiç ralli izlemedik ki tüm bu özellikleriyle aslında tipik bir Wimbledon finali oldu da diyebiliriz. Gelin görün ki 3-4 vuruşta tamamlanan oyunlar karşılaşmayı monoton bir görüntüye soktu. Bill Murray’nin Groundhog Day (Bugün Aslında Dündü) filmi gibi her set aynı sahneleri tekrar tekrar izledik sanki. Bilemiyorum belki de Rafael Nadal’ın çim kort klasiklerini bozan enerjisi bizi biraz şımartmıştır.

Nihayetinde burası Wimbledon yani Federer’in mekânıydı. Korta spor-takım ceketiyle tam bir aristokrat havasında ev sahibi gibi çıkan İsviçreli raket, Wimbledon’da 6., toplamda ise 15. grand slam şampiyonluğunu kazanarak “erkekler tenis tarihinin en büyüğü benim” dedi. Karşılaşmayı tribünden izleyen eski rekortmen Pete Sampras’a da emekli haliyle bunu onaylamak düştü.

Tüm rekorlarına ve yeniliklerine rağmen ateşi eksik bir Wimbledon izledik. Benim için turnuvamın en renkli anı ise Michael Llodra’yla oynadığı maç rakibinin sakatlığı sebebiyle yarım kalan Tommy Haas’ın 15 yaşındaki top toplayıcı kız Chloe Chambers’la yaptığı 10 dakikalık gösteri maçıydı.

No comments: