Sunday, November 23, 2008

New York-LeBron: Aşkların En Sıkıcısı


New York Knicks organizasyonu Cuma günü 1 saat aralıklarla gerçekleştirdiği iki takasla tüm lige ve Cleveland Cavaliers'a LeBron James konusunda ne kadar ciddi olduğunu gösterdi. Takasların ilki Jamal Crawford'u Al Harrington karşılığında Golden State'e yolladı ikincisi ise Zach Randolph'ı Cuttino Mobley ve Tim Thomas karşılığında L.A Clippers'a. Sadece isimlere bakınca çok da parıltılı durmayan bu takasları tarihin en önemlileri arasına sokan özelliği organizasyonun, "Kutsal 2010 Planları"'nı mümkün kılabilmeleri için gerekli olan ücret boşluğunu(cap space) yaratması.

Amerikan medyasında 2010, Knicks ve LeBron James çılgınlığı akıl almaz boyutlarda. 2010! Daha 2 sene var. Fakat her gün bu konu hakkındaki yeni bir hikayenin manşetlere çıktığını görebilirsiniz. NBA ve medya, Knicks'in başarılı olmasına öyle muhtaç ki öngörülen transfer için tüm imkanlar seferber edilmiş durumda. Öyle bir organizasyon düşünün ki tüm kurtuluşunu tek bir oyuncuya bağlamış olsun! Koca Knicks! Koca New York!

Nisan 2008'de Donnie Walsh, Isiah Thomas'ın yerine genel menajer olarak kulübün başına getirildiğinde ağzından 2 şey çıkıyordu: 2010'da yaratılacak ücret boşluğu ve LeBron James. Mayıs 2008'de Mark D'Antoni kulübün yeni koçu olarak belirlendiğinde ağızlarda yine tek isim vardı: LeBron James. D'Antoni gelir gelmez kendine has smallball sisteminde LeBron'u nasıl da 4 numara olarak bir oyun kurucu forvet gibi kullanacağını açıkladı tüm medyaya. ESPN, LeBron adına hayali istatistikler geliştirdi ve hızlı basketbol oynanan bir sistemde LeBron'un amaçlarından biri olan triple double ortalamalar yakalamasının nasıl da mümkün olacağını ispatlamaya çalıştı. Adamlar hayali bir lig oynattı yahu bundan daha absürd bir şey olabilir mi? Bundan daha açgözlü, bundan daha tek yönlü, bundan daha New Yorker bir tavır gösterilebilir mi?

Allah'ı var Donnie Walsh ve Mark D'Antoni işlerini şu ana kadar kusursuz yaptılar. Walsh temizlenmez denen ücret boşluğunu şimdiden yarattı ve 2010 yazında Knicks'in sadece LeBron James değil Chris Bosh, Dwyane Wade gibi isimleri de alabilmesi mümkün durumda. Saha içinde de işler iyi gidiyor. D'Antoni'nin run and gun'ı Knicks'i bir playoff takımı haline getirdi bile. En azından 7 ya da 8. sırayı zorlayacakları kesin ama inanın New York'ta bu şu an için kimsenin umurunda bile değil. Knicks taraftarları Salı günü salonlarına gelecek olan LeBron James'i etkileyebilmek için nasıl tezahüratlar yapmaları gerektiğini tartışıyolar forumlarda. "LeBron Seni İstiyoruz" mu demeliler yoksa "Kral James New York'lu Ol" mu? Tam bir komedi!

Hatice'nin İnce Memed'i, Werther'in Charlotte'u, Maria'nın Robert Jordan'ı beklediği gibi heyecanla bekliyor Knicks taraftarları LeBron'u. Peki ya 2003'ten bu yana LeBron'un New York'a gitmesi bir kadermişçesine popmpalanırken LeBron tarafında işler ne alemde? James, geçtiğimiz hafta New Jersey'de çok net bir açıklama yaptı: "Kariyerim için en iyisi neyse onu yapacağım. Ben şampiyonluk kazanmak istiyorum. Bu kadar basit. Eğer bu Cleveland'da olursa kalırım başka bir yerde olacaksa oraya giderim". Ondan alıştığımız politik cevaplara hiç benzemiyor ama bir gerçek var ki, LeBron içinde bulunduğu hayatta tek başına karar alma lüksüne sahip olan bir adam değil. Ona 90 milyonluk bir anlaşma veren bir Nike faktörü de var ortada. O Nike ki; geçtiğimiz sezon LeBron'un Madison Square Garden'da oynadığı 50 sayı 8 ribaunt 10 asistlik unutulmaz performansın anısına ayakkabı üretti. O Nike ki; Yankees hayranlığını saklamayan LeBron'a özel New York Yankees ayakkabıları tasarladı. İşler akıl almayacak derecede ciddi durumda ve o hep konuşulan Nike sözleşmesinin hayali maddesi de cabası: Yani eğer LeBron New York, Los Angeles ya da Chicago gibi büyük marketlerden birine giderse Nike'ın ödemeyi taahhüt ettiği ekstra ücret. Bir şehir efsanesi ama gerçek olmadığını kim söyleyebilir ki bunca çılgınlığın ortasında.

New York Knicks, 1970 ve 73 yıllarında olmak üzere 2 kez NBA şampiyonu oldu. Nüvesini Wlat Frazier, Willis Reed, Dave DeBusscherre, Bill Bradley gibi isimlerin oluşturduğu bu takımın ortak özelliği aralarındaki müthiş dostluk, takım ruhu ve fedakarlıklarıydı. 1970 finalleri'nin yedinci maçında Reed'in koşacak durumda olmadığı halde sahaya çıkıp maçın ilk iki basketini atarak arkadaşlarını yüreklendirmesi, tarihin en iyi savunmacılarından Frazier'ın kendisinden önce her zaman takım arkadaşlarını düşünen liderliğini ve 2003 yılında vefat eden DeBusschere için tüm takım arkadaşlarının döktüğü gözyaşlarını unutmak mümkün değil. Knicks, tarihinde belki de ilk ve son defa bir kolej takımı havasına büründüğü sezonlarda şampiyonluğa ulaşabildi. Ne 1985 draftında Patrick Ewing'i elde etmelerini sağlayan meşhur draftın soğuk topu ne de bunca yıldır harcamayı göze aldıkları gelir vergisinin onlara bir hayrı dokundu. Bu açıdan neredeyse gerçekleşmemesi imkansızmış gibi gösterilmeye çalışan LeBron-New York ilişkisinin bunca zorlama medya haberi ve sponsorluk anlaşması eşliğinde ne derece hayır getirecek bir sinerji yaratacağı da benim gözümde bir soru işareti.

Doğrudur; New York, LeBron'u Hatice'nin Memed'i, Werther'in Lotte'yi, Maria'nın Robert'ı beklediği gibi bekliyor beklemesine ama başarıya aç Knicksliler'de ne Hatice'nin sahiciliğini, ne Werther'in kara sevdasını ne de Maria'nın saf beklentilerini görmek mümkün değil. Çünkü yaratılmaya çalışılan bağ en baştan zorlama ve en baştan maddiyatın gölgesi altında! Sırf medya ve dev holdingler öyle istiyor diye aşk mı olurmuş? Daniel Boorstin'in o cuk oturan tanımıyla: "yüzde yüz gerçek, spontane ve otantik" değil bu bağ. Belki de bu çağın sporlarında böylesi bir bağlılığın örneğini görmeyi beklemek bönlüğün daniskasıdır. Belki de Brooklyn Dodgers'lar ve Metin Oktay'lar; bir İnce Memed, bir Genç Werther gibi eski bir romandan ibarettir.

ps: Umarım LeBron, doğup büyüdüğü Akron'un yarım saat ötesindeki Cleveland'da kalır ve mirasını burada inşa eder.

Saturday, November 15, 2008

274




Günümüz toplumunun yarı açık algısına göre dünyanın en sıkıcı şeyi her zaman için "realizm" olsa gerek. Öyle değil mi ki; en çok güldüğümüz şeyler her zaman abartılı espriler, slapstick komediler, Burhan Altıntop'lar, Cem Yılmaz'lar ve Airplane!'ler'dir. Hayatı olduğu gibi yansıtma iddiasında olan her eseri sıkıcılıkla suçlarız ki bu zaman zaman hayatın meşakkatli yollarının hafife alınmasının da bir sonucudur. Çünkü o yollarda çoğu zaman "film gibi" sahnelere hakikaten rastlanır. Hayatta kalmak için yeni doğuran bir kadının sütünü içmek zorunda kalan bir adam hiç var olmadı, olamaz sanıyorsanız Rose of Sharon'ların merhametini, yoksulluğun sefaletini ve Steinbeck'in sosyal gerçekçiliğini hafife alıyorsunuz demektir. Ama yine de toz pembe dünyası içerisinde bunlar potansitel tüketici hedef kitleye inanması zor gelir ve bu yüzden dramatikliği ve etkisi 2 kat artar. Kısacası gerçekçiliğin ve mübalağanın tüm tartışmaya açık temsillerine ve algılanışlarına karşın hedef kitlenin nazarında kazanan her zaman din eksenli idealizmdir, romantizmdir, mübalağadır, Burhan Altıntop'tur.

İnsanoğlunun genlerine işlenmiştir adeta bu. Tarihin başından beri beşeriyetin yarattığı onca fikir ve hayal içerisinde en çok tutulanın hep mitoloji ve din olması da bundandır. Olağanüstü kelimesinin dayanılmaz çarpıcılığına karşı hepimizin bir zaafı vardır ve insanoğlu olanca güce taparlığıyla her zaman insanüstü olanı, tanrısal olanı kısacası kendisinden üstün olanı aramış ve ona anlaşılması güç bir itaat beslemiştir. Hegelyan efendi-köle diyalektiğini veya din-felsefe ilişkilerini inceleyecek olursak görürüz ki yabancılaşma kavramının dahi kökeninde bu yatar. İnsan her zaman mitolojik-efsanevi olanın çekiciliğine belki korkak olduğundan belki de sadece bundan hoşnut olduğu için kendi gerçekliğini emanet eder. Bunun sonucunda da maddesel dünyadan uzaklaşır ve bir nevi yanlış bilincin eseri olur. Yine Hegelci konuşursak bu yanlış bilinç aynı zamanda onun özgürlüğünü de kısıtlar. İnsan artık kendi yarattığı efsanelerin tutsağıdır ve hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu efsaneler her zaman hakimlerin denetimi altındadır.

Günümüz modernizminde de değişen hiçbir şey yoktur aslında. Din, eski önemini kaybetse de onun yerini alan baskın fikir ve ideolojiler yine hakimlerin emrindedir ve yine gerçek maddesel dünyanın yanlış bir tezahürü biçiminde öğretilir yığınlara. Bu bağlamda mit, efsane gibi kavramlarların sadece biçim ve özneleri değişmiştir. Hegelci Hıristiyan yabancılaşmasından, Marksist yabancılaşma teori ve gerçekliğine ulaşılmıştır ve tüm teknolojik bilimselliğimize rağmen halen en revaçta olan hikayeler sözde insanüstü alemlerden, freakshow'lardan ve mitolojik katmanlardan çıkar. "Spor ve Köşebaşı Kahramanları" yazımı tekrara girmek istemiyorum ama sporun ve spor medyasının bu efsane yaratma süreçlerinde geçmişin din ve ruhban sınıfı rolünü üstlendiği söylemek çok da abartılı olmayacaktır.

Spor ve "sevgili medyası"'nı zikretmeye başlayınca da nihayet konuma gelebildiğimi sizlere müjdeleyebilirim. Malum LeBron James, Nike ve Nba tarafından günümüz basketbolunun "kralı" ve "seçilmiş kişisi" ilan edileli çok oluyor ve bu bakımdan da en çok para getiren özne olarak onun etrafında döndürülen haberlerin ve oluşturulan efsanelerin de haddi hesabı yok. Lise yıllarından beri gelişimini takip ettiğim bu oyuncu hakkında büyük ihtimalle dünya çapında en çok veri toplamış, haber incelemiş ve analiz yapmış isimlerden biriyimdir. LeBron markası üzerinde Nike firmasının başından beri yürüttüğü reklam kampanyalarını inceleyecek olursak hep bir dinsel ve mitolojik temaya rastlayabiliriz. Book of Dimes reklamlarından, Witness serisine Nike elindeki bu hakikaten özel yeteneğin pazarlanmasında Hz.İsa modeli izlemiştir denebilir aslında. "Second Coming" yeryüzüne iner, basketbolun yeni kurtarıcısı olur ve bunları yaparken tabii ki insanüstü fiziğinden, başının arkasındaki gözünden ve bir Amerikan spor klişesi olan "winner" yani kazanan olma özelliklerinden faydalanır. Esasında bu "kazanan" olma özelliğine bir parantez açacak olursak özellikle 80'lerle birlikte spor literatüründeki hakimiyeti sağlanan bu yeti adeta Michael Jordan'la birlikte kapitalizmdeki rekabetin, spora ve dolayısıyla hayatın kendisine uyarlanmasından ibarettir. Piyasadaki vahşi rekabetin aynısı Jordan'ın rekabetçi kişiliğiyle birleştirilmiş ve spor arenalarının en büyük erdemi olarak pazarlanmıştır. Günümüzde "kaybeden" olarak anılan bir sporcu ne yaparsa yapsın iflah olmaz, olamaz ve sistem tarafından dışlanır. LeBron'a ve mitolojiye dönecek olursak; kapitalizmin kitleleri sürüklemek için ihtiyaç duyduğu efsane yaratma sürecinin bu haftaki son örneğini dillendirebiliriz artık.

Kapitalizm bir din ve LeBron James onun sözde Mesih'iyse eğer ESPN de hiç kuşkusuz İncil'dir. LeBron dahil olmak üzere hemen hemen tüm "kazanan" süperstarlarla ilgili klişe haberlere her gün rastlayabilirsiniz burada. Kobe Bryant şöyle rekabetçidir, Dwyane Wade öyle savaşçıdır, Dwight Howard böyle uçar; e ne var bunda LeBron da insan değildir. Oyuncunun hakkında çıkarılan son dedikodular, medyanın nasıl da efsane yarattığının güzel bir örneği. ESPN yorumcusu Jon Barry'nin çok yakın bir kaynaktan aldığını iddia ettiği bilgiye göre LeBron James 274 pound yani 130 kiloymuş. Eğer LeBron'u daha önce izlememiş biriyseniz "Ne olmuş yani" diyebilirsiniz ama onun oyununa aşina biri için bu hakikaten korkutucu bir rakam. Şöyle ki 130 kiloluk bir adamın bu kadar hızlı ve atletik olabilmesi şu ana kadar rastlanmış bir hadise değil. Yani ortada "insanüstü" olarak tanımlanan bir durum var ve tabii ki ESPN ve LeBron başrolde. Son 1 haftadır tüm Amerikan spor medyası ve forumları James'in 274 pound olmasını konuşuyor. Yürütülen tezler arasında LeBron'un Nike laboratuarlarında geliştirilmiş bir android olduğuna varan absürdlükte iddialar var ki işte tam da bu ve bunun gibi absürdlükler kapitalist medyanın efsane yaratma sürecini destekleyen olgular. Bu konuşmaların üstüne LeBron James'in salı günkü Milwaukee Bucks maçında faul çizgisinden zıplayarak bastığı smaç da denk gelince ortalık tam bir LeBron kazanına dönüştü. LeBron'un konu hakkında yaptığı "270 mi? Hayır bu bir dedikodu" açıklaması kulak arkası edildi. İşin komik tarafı LeBron James geçtiğimiz sezonun sonunda girdiği testlerde 262 pound çıkmıştı. Yani ortada çok da yeni bir durum yok. Vücuduna eklediği iddia edilen 12 pound yani 5 kilo bir adamı birden insan üstü yapmaz ama başta da söylediğim gibi verilerin sunuluşu yarattığı algıyı etkilemesi açısından çok önemli bir etkiye sahiptir. Ve zaten tanrısal olana karşı doğuştan bir zihinsel esaret besleyen insanoğluna bir şeyin olağanütü olduğunu inandırabilirseniz istediğiniz esareti yaratabildiniz demektir. Bu da otomatik olarak modern dünyada halkın afyonu olarak dinin yerini medyanın aldığının göstergelerinden biridir. Çünkü bir insan istediği kadar materyalist olsun kendinden üstün olana karşın dayanılmaz bir hayranlık besler. Bunu LeBron'un en iddialı hayranlarından biri olarak en iyi kendimden bildiğim için bu kadar rahat konuşuyorum.

İtiraf ediyorum: LeBron'un 274 pound olduğu yönündeki haberler ve akabinde gelen faul çizgisi smacı beni de çok heyecanlandırdı. Hatta söz konusu smacın videosunu dahi facebook aracılığıyla yayınladım. Bu yazıyla smacın görüntülerini üst üste koyarak kendi günah çıkarma işlemimi de aradan çıkarmayı umuyorum. LeBron'un faul çizgisinden smaç basabileceğini bilmiyor muydum? Elbette biliyordum. LeBron'un en az 120 kilo olduğunu ve basketbol tarihinin en atletik oyuncularından biri olduğuu bilmiyor muydum? Elbette ki biliyordum ama dedim ya insanoğlu kendinden üstün bir varlığı görmeyedursun hemen onu efsaneleştirir ve nedenlerini maddi hayatın dışında aramaya koyulur. Bu gerçek genlerimize tarih öncesinden işlenen bir güce tapma ve Tanrı'yı arama saplantısının kalıntılarından ileri gelmektedir.

Ve Hz.İsa suyun üzerinde yürürken Kral'ların ve ruhban sınıfının onun adına sömürdüğü halkın yerini günümüzde fabrikada LeBron James ayakkabısı yapımında çalışan işçiler almıştır. Muhtemelen 11 yaşında bir Çinli, favori oyuncusunun hiçbir zaman elde edemeyeceği ayakkabısını yapmak için haftada 2.5 dolara çalışırken ve ona duyduğu hayranlığın kendisine kaybettirdiği şeyleri göremezken ondan çok uzaklarda bir yerlerde "şov" devam etmektedir. İşin en ilginç tarafı ilerleyen teknolojiyle göya gerçekliğe erişimimiz kolaylaşırken tam tersine efsanelere ve yanılsamalara daha çok bağlandırılmamız belki de. Nasıl ki Hz.Musa, Kızıldeniz'i ortadan ikiye yardı, nasıl ki 2.13'lük Wilt Chamberlain faul çizgisinden zıplayıp smaç bastı, nasıl ki Earl Manigault potanın en tepesine yerleştirdiği bozuk parayı tek hamlede kapıverdi, LeBron James de elimizdeki tüm video görüntülerine rağmen bundan 30 sene sonra zıpladığı zaman kıçıyla smaç basabilen bir aldatıcı ilüzyon olarak anılacak. 2038'de görüşmek üzere. Ne o, yoksa biri sosyal gerçekçilikten ve romantizmden, sömürüden ve yabancılaşmadan, efsanelerden ve yanılsamalardan mı bahsetti?