Friday, September 12, 2008

Hakeem Olajuwon ve Bir Hall of Fame Eleştirisi




Geçtiğimiz hafta NBA tarihinin efsane pivotlarından Hakeem Olajuwon, aralarında Patrick Ewing, Adrian Dantley, Pat Riley ve Dick Vitale gibi isimleri de bulunduran elit bir grupla birlikte Basketball Hall of Fame'e yani basketbolun şöhretler müzesine kabul edildi. Kuşkusuz böylesi olağanüstü atletlerin başarılarla dolu kariyerini onurlandırmak çok hoş bir jest ama bu "Şöhretler Müzesi" kavramında beni rahatsız eden birkaç nokta var ki dile getirmeden edemeyeceğim.

Rahatsızlığımın sebebi şuradan kaynaklanıyor ki esasında bu konuya "Spor ve Köşebaşı Kahramanları" yazımda da değinmiştim. Malum 20.yüzyılda spor bir iş alanı olarak marjinal bir değişim ve gelişim yaşadı ve sonucunda da yepyeni bir üretim aracı olarak karşımıza çıktı. Sporcuların ücretli atletler haline dönüşmesiyle de pratik olarak işçi sınıfına yeni bir grup katılmış oldu. 1900'lerin başında henüz atletler kelimenin tam anlamıyla emekçiyken yani proletaryanın diğer üyelerinden ücretsel olarak farklı bir muamele görmezken bile meslektaşlarından farklı bir statüleri vardı: Şöhret Olmaları. Yüzyılın başında dahi İngiliz kasaba takımlarının deplasmana giderken tüm ahali tarafından yolcu edildiği ve karşılandığı bilinen ve sıkça anlatılan bir şeydir. Yani bu yeni sınıfın emekçilerinin yerel kahramanlar ve "şöhretler" olarak görülmesinin kökeni çok eskilere dayanıyor. Tabii ki sporcuları fabrika işçilerinden ayıran temel farkların en önemlilerinden yani sporun bir eğlence aracı olması sebebi bunda ve yüzyılın gelişimi içerisinde sporcuların değişen kimliğinde önemli rol bir oynuyor. Kısa süre içerisinde sporların popülerleşmesi, kitlelere yayılması ve nihayetinde endüstriyelleşmesiyle sporcuların kazandıkları miktarlar dudak uçuklatan rakamlar haline dönüştü ve yeni bir kapitalist emekçi sınıfının doğuşuna tanık olundu.

Sporcuların yüzyıl içerisinde değişen kimliğinde değişmeyen en önemli şey onların hala "şöhret" olmalarıydı. Tabii ki kapitalist bir devlet anlayışında işçinin onurlandırıldığını göremezsiniz ve bu sebepten spor emekçileri kapitalist kimliğini kazanır kazanmaz "Hall of Fame" yani Şöhretler Müzesi kurumu da kendilerine bahşedildi. Astronot şöhretleri müzesinden Askeri müzelere ABD'de birçok alanda "şöhret müzesi" kurumu faaliyet göstermekte. Kuşkusuz bunlar içinde en ironiği spor müzeleri zira kapitalizmin vazgeçilmez kahraman-şöhret kombinasyonundan en çok faydalanan/zarar gören kesim sporcular olmuştur desem çok da uçmuş olmam.

"The hero was a big man, a celebrity is a big name" deyişinde olduğu gibi her iki kategoriye de sıkıştırılan günümüz atletlerinin kahramanlık mirası ne kadar şöhretleşirlerse o kadar azalıyor. Hele ki günümüzde yani şöhret olmanın herhangi bir meziyet gerektirmediği zamanlarda... Dolayısıyla kariyerleri ve başarılarıyla takdiri fazlasıyla hak eden Hakeem Olajuwon(ve niceleri) gibi atletlerin şöhret olarak sözde onurlandırılması bir sporsever olarak beni gücendiriyor. Çünkü bu iki kavram her ne kadar birbiriyle sinonim hale getirilmeye çalışılırsa çalışılsın esasında birbirinin tam zıttı özelliklere sahipler. Şöhret dediğimiz şey ne kadar anlık ve geçici aksiyonların ürünüyse kahramanlık da o kadar kalıcı, dişe dokunur hatta devrimci faaliyetler gerektirir. Şöhretin alternatifi kolayca bulunur ve yeri çabuk doldurulur fakat gerçek bir kahraman bulmak ve yetiştirmek için nice seneler ve emekler harcanmalıdır. Ve işte bu sebeplerle Şöhretler Müzesi kurumuyla nasıl basit şöhretleri kahramanlaştırıyor ve kahramanları şöhretleştiriyorsak sonuçta her iki kesime de yanlış muamele etmiş oluyoruz. Bugün basketbolun şöhretler müzesinin 300'den fazla üyesi var. Yani biz her ne kadar onları kahramanlaştırarak onurlandırmaya çalışsak da nihayetinde bu bolluğun ürettiği tek şey gelip geçiçi şöhretler ve başarıları sebebiyle belki de onyıllarca unutulmayacak bir adamın şöhret titriyle sözde onurlandırılması benim gücüme gidiyor.

Hakeem Olajuwon gerçek bir kahramandı ve epik bir başarı hikayesinin de başrol ismiydi. O'nun büyüklüğünü en iyi anlatan şey günümüzde bir basketbol ilahı olarak kabul edilen Michael Jordan'ın önünde seçilmesine rağmen hiçbir zaman bu kararın eleştirilememiş olmasıdır. O, basketbolun gördüğü en sanatçı isimlerdendi. Bir pivot olarak belki de son artistti. Eşsiz ayak oyunları, top hakimiyeti, sınırsız hücum repertuarı, korkutucu savunması, "şampiyon yüreği"... Hakeem, sistemin yarattığı gelip geçiçi bir şöhret değil gerçek bir kahramandı ve benim için Şöhretler Müzesinin değil ama Unutulmayacak Harikalar Müzesinin daimi bir üyesi olarak yeri her zaman sağlamda.

No comments: