Friday, July 25, 2008

Spor ve Köşebaşı Kahramanları




Hiç kuşku yok ki spor insanoğlunun en büyük tutkularından biri. İlk kültürlerin ortaya çıktığı çağlardan endüstriyel döneme; kentleşmenin varolduğu her yerde spor da en gözde aktivitelerden biri olarak sosyal hayattaki yerini almıştır. Umberto Eco’ya göre sporlar, beşeriyetin ortak duyarlılıklarının tam ortasında konumlanmıştır.(Eco 1987:160) Daniel Joseph Boorstin’e göre ise sporların bir tutku haline dönüşmesinin altında insanoğlunun yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrarı olamayacak kusursuz anlara olan amansız açlığı yatıyor. (Boorstin 1963:255) Spor tutkusunun kökeninin ne zamana ve hangi sebebe dayandığı bir yana endüstriyelleşmeyle birlikte yaşanan marjinal toplumsal değişimlerle birlikte sporun kalabalık, gergin ve her an çatışmaya müsait kent hayatındaki önemi hiç olmadığı kadar yüksek bir noktaya erişti. İşte tam da bu dönemde yani bizim çağımızda sporcuların kahraman, şöhret ve rol model olarak pompalandıkları devire adım atıldı.

Tabii ki bu hiç yoktan ortaya çıkan bir durum değildi. Sporların yaygınlaşması ve halk tarafından benimsenmesi beraberinde medya organlarının da spor gazeteciliği konusunda uyanmasını sağladı. Kıt’a Avrupası’nın ilk spor gazetesi olan La Gazzetta Dello Sport’un yayın hayatına 1896’da yani tarihin ilk modern olimpiyatları olan Atina 1896 ile aynı dönemde başlaması elbette ki bir tesadüf değil. Spor gazeteciliği kavramının oluşmasıyla birlikte spor ve sporcular kendilerini halka tanıtacak önemli ‘anlatıcılar’ kazanmış oldular. Radyo teknolojisinin de işin içine girmesiyle birlikte spor dünyası medya aracılığıyla ilk kahramanlarını yaratmaya başladı.

1920’ler dünyada sporun altın çağı olarak anılır. Şüphesiz bunun çeşitli sebepleri var: 1.Dünya Savaşı sonrası beliren şartların halkı hayal kırıklıkları ve mutsuzluklardan kaçış yolu olarak spora yönlendirmesinin yanı sıra gelişen medya gücünün etkileri ve tabii ki sinema, caz ve sporun önderliğinde hakimiyetini ilan eden popüler kültürün topluma egemen olması gibi. Beyzbolda Babe Ruth, boksta Jack Dempsey, teniste Suzanne Lenglen ve golfte Bobby Jones gibi isimlerin spor tarihinin ilk kahramanları olarak ortaya çıktığı bu dönemde yaşanan kahraman enflasyonuyla birlikte çağa damgasını vuracak olan”Şöhret”(celebrity) kavramı ve Star Sistemi(Hollywood kaynaklı) de literatürdeki yerini alacaktı.

Kahraman olarak toplumun önüne sürülen ünlü isimler aynı zamanda halklarının fikir liderleri ya da tarz belirleyicileri haline dönüşüyorlardı. Benjamin Rader’e göre şöhretler; dönemlerinin siyasi ve ahlaki yapısını da yansıtmak zorundaydı. (Rader 1983: 11) Amatör bir sporcu olarak sergilediği “yenilmez” imajıyla golfle ilgilenmeyen insanların bile hayranlığını kazanan Bobby Jones bir ırkçıydı ve ABD’de siyah ırka olan baskının had safhada olduğu 20’lerde bu kimse için bir problem teşkil etmiyordu. Günümüz golf dünyasının en büyük isminin siyahi Tiger Woods olduğunu düşünürsek ironinin doruğu denen şeyin bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Eğer Bobby Jones günümüz dünyasında yaşıyor olsa ve Tiger Woods’tan bile daha başarılı bir kariyere sahip olsa aynı ırkçı görüşleri sergileyerek kahraman statüsüne yükselebilir miydi? Ben cevap vereyim bırakın kahraman olmak vatan haini bile ilan edilirdi. Zaten kahramanın olduğu her yerde bir hainin de olması gerekliliği medyayı mütemadiyen günah keçisi yaratmaya iten en önemli sebep.

Spor, sinema ve müzik dünyasından toplumun tepesine yükseltilen ve rol model olarak politikacı, düşünür gibi insanların yerini alan şöhretlerin sayısının gittikçe artması beraberinde bir yapaylık ve inandırıcılık sorununu da getiriyordu. 20.yüzyılın kahramanları gerçek birer kahraman olmaktan çok yapay üretimlerdi. Fakat medya ne kadar uğraşırsa uğraşsın alelade bir insanı gerçek bir kahramana dönüştüremez. Anna Kournikova bu duruma çok uygun bir örnek. Tenis tarihinin en çok ün ve para kazanmış isimlerinden biri olan Rus şöhret, buna rağmen gerçek mesleği olan teniste hatırı sayılır bir başarı kazanamadığı için "şöhret" olarak anılmaktan öteye gidememiştir. Zaten ünlü enflasyonunun akıl almaz boyutlara eriştiği günümüzde toplumla arasında fark yaratacak hiçbir özellik olmamasına rağmen medya tarafından şöhretleştirilen isimlerin(ör:Paris Hilton) sayesinde star sisteminin de kendi yarattığı bolluk içerisinde değersizleşmeye başladığını görebiliyoruz.

Ne yazık ki bunca sahte starın arasında hakiki kahramanların da meşruiyeti tehdit altına giriyor. Belki de bu sebepten gerçek bir süper yetenek gördüğümüzde ona olan hayranlığımız tapınma seviyesine ulaşıyor. Michael Jordan’ın, Boston Garden’da şampiyon Celtics takımına 63 sayı attığı maç sonrası Larry Bird ve medya tarafından “Tanrı” olarak tanımlanması yahut Bob Beamon’un 1968 olimpiyatlarında yaptığı inanılmaz atlayış ve akabinde süper-insan statüsüne yükseltilmesi... Açık söyleyeyim, ilkokul ikinci sınıfa giderken Michael Jordan’ın gerçekten uçup uçamadığını ciddi ciddi düşündüğüm zamanlar olduğunu hatırlıyorum. Aslında düşünüyorum da İsa’nın suyun üzerinde yürüdüğüne inanan milyarlarca yetişkinin olduğu bir dünyada çok da absürd değilmiş çocuk aklımla kurduklarım. “Air Jordan” marka ayakkabı ve reklamların bombardımanı altında Michael Jordan’ın İsa’dan daha az popüler olduğunu kim iddia edebilir ki? Michael Jordan’ın -ki bunca figüran kahramanın yanında kendisi sayılı gerçek kahramanlardan biridir- dediği gibi Nike ve televizyonlar onu bir “hayale” dönüştürdü. Air Jordan hayali, insani yönüyle ne kadar ulaşılmaz ve ancak taklit edilebilir(be like mike) olursa olsun bir meta olarak her an elimizin altındaydı. Parasını veren herkes Jordan değil belki ama “Jordan gibi” olabilirdi. Ve bu durum bizim onu aslında onore etmek isterken tersine dejenere etmemize sebebiyet verdi. Çünkü Jordan’ı ve ürünlerini her tüketişimiz Michael Jordan’ın sporcu olarak değil ama meta olarak değerini arttırması anlamına geliyordu. Frankfurt Ekolü’nün değerli temsilcilerinden Leo Lowenthal’in yerinde tespitinde olduğu gibi geçmişte insan ancak bir şeyler üreterek kahraman olabiliyordu günümüzde ise ne kadar tüketilirse o kadar kahraman olabilir. (Lowenthal, 1961:115)

Bunca sahte kahramanın, işlevsiz şöhretin, yapaylığın ve dejenerasyonun arasında sporun ve gerçek sporseverlerin gördüğü zarar inkar edilemez. Nasıl açıklamıştı Boorstin spor sevgimizin sebebini? “Yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrar edilemeyecek olan anlara duyduğumuz amansız açlık!” Bizse(medya ve fan’lar) yapaylaştırdığımız yıldızlarla birlikte aslında sporun otantikliğine yani onu sevme sebebimize zarar veriyoruz. Yine Boorstin’le bitireceğim: “Günümüzde tek gerçek kahraman adı hiç anılmayandır”. (Boorstin: 1963:85) Neyse ki bu tanım sayesinde köşebaşları tutulmuş kahramanlık müessesinde Jesse Owens’a da bir yer açabiliyoruz.

Kaynaklar:

Eco, U (1987) Sports Chatter, London, Picador

Boorstin, D.J (1963) The Image, or what happened to the American Dream, Harmondsworth, Penguin Books

Lowenthal, L. (1961) Literature, Popular Culture and Society, Englewood Cliffs, NJ, Prentice Hall

Rader, B.G (1983) Compensatory Sport Heroes: Ruth, Grange, Dempsey, Journal of Popular Culture, Vol. 16 No:4 pp. 11-22

No comments: