Wednesday, January 2, 2008

MODERN ZAMAN GLADYATÖRLERİ


Dursun Özbek... Ne zaman bir sporcunun vefat haberi gelse (ki son yıllarda çok oluyor), henüz profesyonel dahi olamadan, umutlarını gömdüğü yeşil sahalarda yaşama gözlerini yuman o genç Galatasaraylı gelir aklıma. 9 Aralık 1986 tarihinde, Florya’da öldüğünde henüz 1 yaşımı bile doldurmamıştım. Onu hiç futbol oynarken izlemedim. Mevkisini bile bilemedim hatta yüzünü bile silik bir fotoğraf harici görmedim. Fakat henüz küçücükken okuduğum Jupp Derwall kitabı “Futbol Basit Bir Oyun Değildir”de rastladığım bu genç adamın hikâyesi bana futbol oynarken bile işlerin bazen ters gidebileceğini, hatta ölümle sonuçlanabileceğini öğretti. O güne kadar futbol benim için bilmediğim bir ülkenin takımını desteklemek (Danimarka), babamın annemi aldattığı futbol kulübüne anlaşılmaz bir ihtirasla âşık olmak (Galatasaray), Fenerbahçe’ye 5-2 yenilince ağlamak ve karpuz saçlı, sakallı, şeytan kılıklı bir top cambazından (Rıdvan Dilmen) nefret etmekten ibaretken; o günden sonra bir anlamda işin içine ölümün dahi girebildiği bir oyunun sevdasına adım attığımı anlamış bulunuyordum.



29 Aralık 2007, futbol sahalarında yaşanmış son ölümün kaydedildiği gün olarak notlara düşüldü. Noel arifesinde dahi maç oynanan futbol delisi bir adanın (Britanya-İskoçya) 30 bin nüfuslu küçük bir kasabasında (Motherwell), Phil O’Donnell adında milli bir oyuncu, tıpkı Miklos Feher, Antonio Puerta, Marc Vivien-Foe ve Dursun Özbek gibi kalp yetmezliği sonucu sahada yığılıp kaldı. Oyundan çıkmasına sadece saniyeler vardı ve 4 çocuk babası eski bir Celtic futbolcusu olan O’Donnell on binlerin korku dolu bakışları arasında hayata gözlerini yumdu. Phil, tüm ülkenin Noel tatilini geçirdiği bir dönemde 6 gün içerisinde 3 maça çıkmış 35 yaşında bir veterandı. 22, 26 ve 29 Aralık’ta sahadaydı. 24’ü (Noel’in başlangıcı) maç yapmamış olması ise büyük ihtimalle futbolu yönetenlerin canını sıkan bir lütuftan başka bir şey değildi. Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? 23’ü ve 26’sında maç oynayan, neredeyse tatil bile yapmayan Manchester United’lı genç fenomen Cristiano Ronaldo’ya, ya da sırf reyting uğruna “Noel Mücadelesi” başlığı altında tam 24’ü akşamı, prime time’da, doymak bilmez tüketim toplumunu ve reklam veren dev holdingleri memnun etmeye çalışan LeBron James ya da Dwyane Wade’e bunu sormaya ne dersiniz? İnanmayan tarihleri kontrol edebilir. Maçı izlemek üzere TV karşısına geçtiğimde bir arkadaşımın Noel akşamı maç oynanmasına verdiği tepki aynen şöyle olmuştu: “Yemin ediyorum bu adamlar köleden başka bir şey değil”.



Bir Uruguay futbol kulübü olan Penarol, 50’li yıllarda formasına futbol tarihinde ilk olarak reklam almaya başladığında, Eduardo Galeano’nun buna yorumu şöyle olmuştu: “Gezici reklam panoları”. Sermaye ve iş dünyası ilk kez yeşil sahaların içine bu kadar doğrudan entegre oluyordu ve artan imkânlara rağmen kutsal bir kitap gibi tapındıkları formalarının “X” markasıyla lekelendiğini görenlerin huzursuzluğu, tribün ahalisinin öfkesinde kendine illaki yer buluyordu. Ne 70’lerde medyanın iyice işin içine dâhil olması, ne de 80 ve 90’lardaki akıl almaz futbol sanayileşmesi, o dönemdeki taraftarın korkuları arasında yer alıyordu. Onların tek umurunda olan şey sevdikleri oyuna başka güçlerin şekil vermeye başlamasıydı. Korkuyorlardı, haklılardı ama bu kadarını onlar bile tahmin etmiyordu.



Bugün üst düzey bir futbol kulübü sezonda 60-70 karşılaşmaya çıkıyor. Geniş rotasyona sahip Manchester United, Barcelona, Chelsea gibi kulüplerde dahi as bir oyuncu en az 50 maç oynamak zorunda. Basketbolun en üst düzeydeki arenası NBA’de ise işler daha korkutucu. 5 ayda 82 maç ve sonrasında play-off’lar... Finale kadar giden bir takımın oyuncusu örneğin geçtiğimiz sezonun LeBron James’i 7 ayda tam 110 maç oynuyor. Sonrasında ise milli maçlar başlıyor tabii. O da ayrı hikâye. Klasik söylem şudur: “E kardeşim adam senede bilmem kaç milyon doları cebine indiriyor ama”. Bir sonraki aşama ne olacak? Yani Noel tatili yaptırmayıp oyuncuları sahalara hapsetmekten, onları ailelerinden en özel günlerinde ayrı koymaktan ve senede yüzlerce kez maça çıkarıp vücutlarını öldüresiye sömürdükten sonra? “Parasını veriyoruz oynayacak” lafı milyonların ağzından çıkarken bu adamların köleden ne farkı kalıyor. Kolezyumda ve Roma’da değil de modern arenalarda milyonları eğlendiren, aslan ya da insan yerine kendi vücutlarını öldüren bu adamların parayla zincirlenmiş bedenleri kalp yetmezliğinden “tahtalıköye” iltica ettiğinde mi biz şımarık eğlence tüketicileri sporcuların maruz kaldığı sömürüyü hatırlayacağız? Daha doğrusu izleyenler, medya ve ilgili kurumların bu olaylara ses çıkarması için her sene bir deste yetişmiş atleti kaybetmek mi zorundayız?



Phil O’Donnell, 35’lik veteran vücudunu yoğun maç temposuna ve yorulan kalbine kurban veren son modern zaman gladyatörü oldu. Ve bunun neticesinde 3 Ocak 2008 Çarşamba günü, futbol ve onun toplumu etkileyen onlarca dinamiği sayesinde dünya çapında üne kavuşan Celtic-Rangers rekabeti tarihinde ilk kez Katolik-Protestan velvelesiyle değil de O’Donnell anısına büründüğü sessizlikle dünya medyasında yerini alacak. Peki sonra ne olacak? FIFA, UEFA ya da sponsorlar ve onlar için yaratılmış modern arenalarda gladyatörlerini izleyen seyirciler, sporcu sağlığını ve sporcuların düzen tarafından yüksek ücretli ölümcül sömürüsünü bir daha ne zaman hatırlayacak dersiniz? Ben size söyleyeyim, Phil O’Donnell’dan sonraki vaka ne zaman yaşanırsa o zaman.

No comments: